28 Şubat 2012 Salı

Ölümsüz Sanat ya da Sanatın Sonu





Donald Kuspit
Sanatın Sonu

Sanat eleştirmeni ve New York Devlet Üniversitesi’nde sanat tarihi ve felsefe profesörü. Aynı üniversitenin tıp merkezinde psikiyatri dersleri de vermiştir. 1997 yılında Ulusal Sanat ve Tasarım Okulları Birliği’nden görsel sanatlara önemli katkılarından dolayı Yaşamboyu Başarı Ödülü almıştır. Yazara ayrıca 1983’te de Üniversite Sanat Birliği tarafından sanat eleştirmenliğindeki başarısından dolayı prestijli Frank Jewett Mather Ödülü verilmiştir. Kuspit, Art Criticism dergisinin editörüdür. Artforum, Sculpture ve New Art Examiner dergilerinin editörleri arasındadır ve Cambridge University Press için Amerikan Sanatı ve Sanat Eleştirmenliği dizisinin editörlüğünü yürütmektedir. Ford Vakfı, Fullbright Komisyonu, Ulusal Beşeri Bilimler Fonu ve Guggenheim Vakfı’nın da aralarında bulunduğu pek çok kuruluşun üyesidir. Sayısız makale, sergi yorumu ve katalog metni üretmiş olan Kuspit’in yirminin üzerinde kitabı vardır.



Pahalı işleriyle tanınan popüler İngiliz sanatçı Damien Hirst’ün Salı günü bir Mayfair galerisinin vitrinine yerleştirdiği enstalasyon çalışması, aynı gece, eseri çöp sandığını söyleyen bir temizlik görevlisi tarafından kaldırılıp çöpe atıldı.

Yarı dolu kahve fincanları, sigara izmaritleriyle dolu kül tablaları, boş bira şişeleri, üzerinde boya bulaşığı olan bir palet, şövale, merdiven, fırçalar, şeker ambalajları ve yere yayılmış gazetelerden oluşan eser Eyestorm Galerisi’nin sergi açılışı öncesinde düzenlediği V.I.P.galasında tanıttığı sınırlı sayıdaki eserin temel parçasıydı…

Bu esere imzasını atan kişi, Genç İngiliz Sanatçılar diye bilinen bir grup kavramsal sanatçının en ünlü üyesi 35 yaşındaki Hirst’dü; galerinin özel projeler başkanı Heidi Reitmaier, bu eserin satış değerini ‘’ altılı hanelerle ‘’ ya da ‘’ yüz binlerce dolarla ‘’ ifade etti ve şöyle dedi: ‘’ Bu orijinal bir Damien Hirst. ‘’

… 54 yaşındaki temizlik görevlisi Emmanuel Asare, The Evening Standard’a yaptığı açıklamada, ‘’ Onu görür görmez bir ah çektim, çünkü her şey darmadağınıktı. Bu bana pek de sanat eseriymiş gibi gelmedi. Bu yüzden de her şeyi toplayıp attım. ‘’ dedi.

… Yaşanan karışıklıktan üzüntü duymak bir yana, Hirst bu habere ‘’ aşırı derecede komik, ‘’ diye tepki verdi. Bayan Reitmaier’in söylediğine göre, ‘’…Hirst, sanatsal çalışmalarında sanatın günlük yaşamla ilişkisi üzerinde durduğu için olaya herkesten çok güldü.’’    

                                                

                                              WARREN HAGE

                        ‘’ Sanat Yaşamı Taklit Ediyor, Belki de Taklitte Fazla İyi ‘’4



Kimi insanlar site adı verilen, birbirinin aynısı tekdüze konutları beğenmediklerini söylüyorlar, ama sanat galerilerindeki birbirinin aynısı sıra sıra kutulara hayranlıkla bakıyorlar.

                                                RUDOLF ARNHEIM

                                             Entropy and Art3 (Entropi ve Sanat)



Tersine, estetik maddi olanın kavramsal halesidir. Newman.

Walter Benjamin, mekanik röprodüksiyonun sanat eserinin halesini yok ettiğini, ama bunu yaparken eseri apaçık bir gösteriye dönüştürdüğünü öne sürmüştü.

İlginç postsanat, yaratıcı ciddiliğini – hayal gücünü – yitirmiş olan sanattır.

Tüm sahte sanat eserleri gibi, tuhaf bir şıklıkları vardır; insanlar kullandıkları kaynağın derinliğini ve anlamını anlamıyorlarsa daima o kaynağı modaya uydururlar.

…Bu nedenle ‘’ çağdaş toplumun temel niteliklerinden biri, bireyin giderek artmakta olan yalıtılmışlığı ‘’ ve anominin tipik özelliği olan normsuzluktur – yani bireyin davranışlarına rehberlik ederek onun kendi davranışlarını yargılamasını, yaşamda anlam ve değer bulmasını, kendi değerine karar vererek kendine anlam katmasını sağlayan ‘’süperego’’ normlarının yokluğudur. İstikrarlı, ikna edici normlar ve anlamlı değerler yerine, kısa ömürlü bir bireysellik taşıdığı için bireylere cazip gelen – aralarında sanata ilişkin olanlarının da bulunduğu – çeşitli kısa ömürlü norm ve değerlerin yabani otlar gibi bitmesi söz konusudur. Kısa ömürlülük – hem sanatta hem de sanatın bir parçası olduğu toplumsal yaşamda – normsuz anomik toplumda var olan derin belirsizliğin doğrudan sonucudur.

Kaynak: metis yayınları, Donald Kuspit Sanatın Sonu














27 Şubat 2012 Pazartesi

Muhteşem Yüzyıl


Sultan Süleyman’ın Portresi
Agostino Veneziano’nun gravürü, 1535. 16 ¾ x 11 ¾ inch. Elisha Whittelsey’in Koleksiyonundan, 49.97.176
Agostino Veneziano’nun Süleyman’ın profil portresi Sultan’ı çok tuhaf bir başlıkta göstermektedir; ancak portrenin gerçekten tanınmış Venedikli kuyumcu Caorlini tarafından çizilmiş gerçek bir miğferi tasvir ettiği anlaşılmıştır. Bu eser, onu Sultan’a satmayı uman ve İslam ülkelerinde taç giyilmediğini bilmediği belli olan spekülatörlerin komisyonlarıyla yapılmıştı. Yine de bu başlık Sultan tarafından 116 000 dükaya satın alındı ve bir iç oğlana giydirilerek halka teşhir edildi.

The Image of the Turk in Europe / Alexandrine N. St. Clair; The Metropolitan Museum of Art, New York, 1973
Alıntı: Süreç Dergisi, 1980/3 cilt 1


Not:İçoğlanı, Enderûn denilen İç Saray’da çalışan özenle ve dikkatle seçilmiş saray görevlilerine denmektedir. Osmanlı tarihinde, Topkapı, Galata, İbrahim Paşa ve Edirne Saraylarında yetiştirilen ve zamanla muhtelif devlet hizmetlerine çıkan devşirmeler olarak tarif edilmektedir. Bunlara Saray Acemi Oğlanları veya Celeb de denmektedir. Bir de Yeniçeri Ocağının acemileri vardır; aslında bunlara iç oğlanı dense de, bunları Saraydakilerden ayırmak için Şadi adı verilmektedir.

İç oğlan denmesi, İç Saray’da istihdâm edilmelerinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca burada istihdâm edilecek devşirmeler, Enderûn Mektebinde yetişmektedirler. Yani Enderûn aynı zamanda devlet adamı yetiştiren bir fakülte durumundadır. Nitekim buradan yetişen devlet adamları arasından pek çok beylerbeyiler ve sancakbeyleri çıkmıştır.

Kaynak:
Osmanlı Araştırmaları Vakfı

26 Şubat 2012 Pazar

Nietzsche; Trajik Ozan




Nietzsche, tragedyayı bir eğretileme olarak özdeyişlerine katar. Acının utanç verici oluşuna ait apriori bilginin kaynağına uçmaya çalışan, düşmüş bir meleğin çırpınan kanatlarıyla burada görünür olur trajik ozan.

Ozan, acının sesidir, coşkunluğun olduğu kadar. Schopenhauer’in diline katmaya çalıştığı, kendiliğinden özgür bırakılmış ruhtur…

Öncülünün soğuk tespitleri, felsefenin çoğu zaman sahicilikten uzak, ikircikli pozisyonundan farklı da olsa, Nietzsche’nin varoluş kodlarıyla temassız, belki fazla aristokrat geliyor olmalıdır.

Nietzsche’ye göre Schopenhauer’in müziği yoktu ya da çok bas bir tekniği olduğuna kendini inandırmıştı. Nietzsche, Trajik Ozanın Söylencesi ile bu ‘’ nihai ‘’ felsefeyi aşmak istiyordu.

Keskin buzlarla kaplı kutup denizinde kaybolmuş hayalet bir gemiye dönüşmüş olan Batı Felsefesinin dümenini tutan sıcak bir kalp, bir vicdan olmayı düşlüyordu. Tıpkı kendi üretimi, kaçkın ucubesi için sürek avına çıkan Dr. Frankenstein gibi…

Nedenini, mekânsız sevgiden almak yerine logostan alan bir varoluşun trajedisidir bu.

Trajik ozan, arızi bir durumu düzeltmek ister; ucube hep o buzlarla kaplı çöldedir çünkü.  

…Zamanın içinde sıkışan, yanlış bir insan takdirini orada bulacağını biliyordu. Akıl yetmiyordu. Nietzsche’nin de nefesi yetmedi, daha söz kararını aldığında dondu kaldı sözleri.

Schopenhauer adres gösterir, sanatçı diye Nietzsche Wagner’e yaslanır. Müzik dünyayı kurtarabilir. Bu da olmaz, Nietzsche sanata düşman kesilir.

…Gayretkeş bir öğrenci, safdil biraz ama kararmamış yüreğinde umudun ışığıyla titreşiyor, çok taze bir aydınlık, ayrılık o karanlık ormanında. Yolculuğa çıkmak için ne öğüt dilenmeyi düşünmüştü, ne de ustayı kendisiyle yolculuğa çıkması için ikna etmeye çaba sarf edeceğini. Bilgide mutabık kalınmadığında saflık kaybolur. Bir bilgiyle gelmişti o da; henüz aralanmış hiçliğin karşısına son kez ümidiyle konan isim; Tan Kızıllığı. Ayrıldı ustası Schopenhauer’den şafağa karşı.

Son bir kapıyı daha çalması gerektiğinin haberini verdiğinde ormanın kuşları, - yanıtladılar büyük soruyu – ıslak zemininde yürüyordu, bir koruluktu daha çok… Büyük bir ağırbaşlılıkla karşıladı tan atımını, sürgün edildiğini kavramıştı. Müziği duyduğunda gün çoktan yayılmıştı. Öylece bıraktı kendisini yatağa. Özgüven ve korkuyu çekti üzerine.

Yaşamın dışına taşınmıştı. İnsanlar sokağı geçmeye başladılar üçerli, beşerli. İyice bıraktı kendisini, ışık sıvazladı sırtını.

Cemil Atik


25 Şubat 2012 Cumartesi

Derviş



‘’ Bir hayvan boğazladığınızda ona yüreğinizden deyin;
‘ Seni katleden aynı kuvvet tarafından ben de
katledileceğim ve ben de tüketilmiş olacağım.
Zira seni benim elime teslim eden kanun beni daha
kudretli bir ele teslim edecek.
Senin kanın ve benim kanım, cennet ağacını besleyen
usareden gayrı hiçbir şeydir.

Halil Cibran

İnsanın İçindeki Kule




Babil’de Tanrı, dili teklikten, parçalayıcı bir sürecin içine itti denir. Gerçekte, geri dönüşsüz ve kısa devre yaptıran bu halin kuşku, yeis ve kıskançlık olduğu kimse tarafından dillendirilmemişti. Potlaç ve oyuncak ( Büyük Ziggurat ) o kadar uzun sürdü ki, hakikat tanımı üzerindeki sembolik, sahici kodeksi yitirmeye başladılar. Takım oyunundaki bu çatlak, Tanrı’ya ulaşma arzusunun kişisel bir histeriye dönüştüğü anda da bölünmeye yol açtı. Olan bundan ibaretti.

apriori

19 Şubat 2012 Pazar

Göz Kırpan Evrene Karşı




Söylüyorum; Lize Minelli’nin gözlerinin utancından utanıyorum. Çünkü yakından bildiğim tek Amerikalı o. Hüzünlü, büyük palyaço gözleriyle bakışı ne kadar uzağa gidebilir ki. Bakışlarıma dönüyor, öteki türlüsü imkânsız; gözlerimi gözlerine bırakıp, ona Yakup'un çocuklarının cinnetini gösteriyorum.

Bu küçük kadın, çocuksu erotik şiddet gösterilerinden bile hazzetmeyen azizeyle, gerçek bir dişi arasındaki kararsızlığın titreşimi. Kulağıma eğilip, ‘’ New York New York ‘’ şarkısına artık inanmadığını fısıldadığında, onun özgür kılındığına o kadar inanmıştım ki... Neredeyse.

‘’ Amerikalı doğmasının onun suçu olmadığını ‘’ söyleyiverecektim. Ama baştan söylenmeli ki, filmdeki karakterdir, Peggy yani, sözünü ettiğim. Punk’ın mülayim ilk bildirgesi gibi duran bir yüz; güzelliğin böyle kurnazca saklanabileceği şeytanın bile aklına gelmez. ‘’ Öbeğin tepesinde… ‘’ bir tutam çiçek, rüzgârlara titreşerek ses veren, katiyetle yok edilemez olan bir saflık…

Başkasının utancından, öyle ki, böylesi gözlerinkinden utanmak beni felç ediyor. Neden Peggy’nin duyduğu hicabın bizi kurtaracağına bu denli büyük bir arzuyla inanıyorum ki?

Artık küçük ülkenin savaş beylerinin kalbini tutan bir bakışa tutuşturdum kadının nazarını, anlaştık, anlaşmasına… Öte yandan uykuya daldığında ‘’ muzafferler ‘’, Filistin’in düşüyle düşüyorlar, Lize Minelli’nin Peggyciğinin siyah perdesine.

Elimi tutuyor, sonbaharın donduran yağmuruna çıkartıyor beni ( ne çok özlemişim hâlbuki ), uzanıp sigarasını yakıyorum el çabukluğu marifet. Bir süre ayakta öylece bekleşiyoruz, omuzlarıyla dumanın yönünü belirlemek istercesine küçük kısa manevralar yapıyor. Kapıda kaybolmadan az önce bana dönüp gülümsüyor. Onu Garbage’ın solistine benzettiğimi anımsıyorum; ‘’ Bir Dünya Yetmez ‘’.

Sonra Gerçek Cumartesi Vicdanına doğru yürüyorum, sabaha karşı. Kör bir Yahudi yenice kapattıklarını söylüyor, dağılmış olmalarını bilmek ürkütüyor beni, onların da gitmek zorunda oldukları yuvaları olduğunu düşünmem gerektiğini düşünüyorum.

Lize’yı hatırıma getirdikçe, onun utancına bel bağladığımı, ümidimin fışkırdığı kozmik geçidi onun yönettiğini anlıyorum. Bugün bile…


Cemil Atik

15 Şubat 2012 Çarşamba

Beşinci Boyut

                                     Kolaj: Selma Akın

Benim farkım­ bunun her sahici yazarın, ressamın başına gelebilecek olmasını bilmemde değil sadece. Bu hali yaşıyorum; ne anlama geldiğini, ilk tepkimin sıradan bir öfke olmasına rağmen bunu aştığımı, şimdi tüm olup bitenleri soğukkanlılıkla değerlendiriyor olduğumu biliyorum.
…Kıyıya atıldım. Bu sahil, yolculuğa çıktığım o sahil değil. Yolculuk geri dönüşsüz bir biçimde değiştirmiş bizi. Aynı şeyleri duymuyor, koklamıyor, hissetmiyorum, gözden ne kaçmış ki… Sahili sil baştan kurguluyor zihnim, yeniden inşa ediyor.

Düşünce ile mekân arasındaki ebedi oyunu doğruluyor bu. Aynı zamanda, zamanın işlevini pekiştiriyor. Ne çok hissettirmeden, gözden yitip giden, unutulan, utangaç, gizlenmeyi, yalnızlığı seven, sessiz zaman… O, zihnin tüm sahillerinden başlayan yolculuklarının boyutu…

O halde Sanat beşinci boyutun ta kendisi; değişimi başlatan, kendi mekânını kuran her türden sahici sofist yaklaşım.

Hafız, belki de bundan ilk sözedendir; şiirle bir saray oluşturabildiğini gören.


Cemil Atik




7 Şubat 2012 Salı

Orada mıyım?


Çok ender yazarak eklediği bloğa girip, orda olup olmadığına baktı hala çok yavaş atan hayatının kalbine. Şu dertler ormanında yitip gitmemenin bir yoluymuşçasına. Tüm olup biten, yeniden başlayan, ısrarcı belaların, boşluklarını hatırlatan dipsizmiş gibi görünen kuyuların kendisini, kim olduğunu unutturmasından korkuyordu. Dipsiz, soğuk bir uçuruma düşerken rokoko stili bir çerçeveyle giydirilmiş koca bir aynaya tutunmuştu. Yorulmadan her an gözleri gözlerindeydi. Biliyordu, kısa bir süreliğine bile olsa gözlerini alsa gözlerinden, düşecekti ruhunu kemiren zamanın içine. Tek gerçek zaman ve mekân kendisiydi. Üstüne kapanmak isteyen korkulardan başka bir şey değildi. Her korku bir ihtiyacı hareketlendirmiyor muydu? İhtiyaç ızdırap değil miydi? İhtiyaç, o ihtiyacı doyuran şeye tapınmaya dönüşmüyor muydu er ya da geç? Korkular yalnız bir adamın boş evi gibidir. İstençsiz sayıklamalar, kimsesiz, kısa, anlamsız sohbetler. Hayaletlerinin ihtiyacını görmek için, kendisine hazırladığı bir fincan sıcak, siyah çaydan bir tane de sehpanın karşısına yerleştirdi özenle sözünü ettiğimiz adam. Hala üşüyor, düşüyor, gözleri kendinde.

a-priori