9 Nisan 2012 Pazartesi

Theo'ya Mektuplar / Cuesmes, Belçika, Temmuz 1880 - 1


                                                                                     


                                                                                            Cuesmes, Belçika, Temmuz 1880
Sevgili Theo,

Uzun süre, birçok nedenden dolayı yazamadıktan sonra, bu kez biraz isteksizce yazıyorum sana.

Bir dereceye kadar, bir yabancı gibi oldun bana, ben de sana –belki de sandığından çok daha fazla. Böyle devam etmemek ikimiz için de daha iyi olur belki. Eğer zorunlu olmasaydım, sen beni bu zorunluluk karşısında bırakmasaydın, bu mektubu bile yazmazdım ola ki. Benim için elli frank gönderdiğini öğrendim Etten’de; çarnaçar kabul ettim. İstemeyerek elbette, içimde melankolik bir duyguyla elbette, ama başka ne yapabilirdim – bir çıkmaz sokakta, dümdüz bir duvarın önünde gibiyim, başım da dertte. Kısaca, sana teşekkür etmek için yazıyorum bu mektubu.

Borinag’a döndüğümü biliyorsundur belki. Babam Etten civarında bir yerde kalmamı yeğliyordu; kabul etmedim ve sanıyorum ki herkes için en iyi olanı yaptım böylece.

Nasıl oldu bilmiyorum ama elimde olmadan, ailenin baş edilmez, kuşku uyandırıcı bir kişisi durumuna geldim, en azından güvenilemeyecek biri. Bu halde kime ne yararım dokunabilir?

Her şeyden çok bu nedenle, yapabileceğim en iyi, en akla yakın şey bir yerlere gitmek, uygun bir uzaklıkta bulunmak hepinizden, böylece varlığımı unutabilirsiniz.

Tüylerini dökme –tüy değiştirme- vakti kuşlar için neyse, biz insanlar için de düşkünlük ve mutsuzluk dönemleri aynı zor zamanlar. Böylesi bir tüy dökme döneminde ömrü billâh kalabilir kişi, ya da atlatır, yenilenmiş olarak yaşama döner. Ama ne olursa olsun, başkalarının gözü önünde yapılamaz bu, çünkü hiç de eğlenceli bir şey değil… Öyleyse saklanmaktan başka çare yok. İyi ya, öyle olsun.

Şimdi; bütün bir ailenin –hele de her türlü ön yargıdan ve onurlu olduğu kadar modaya uygun erdemlerden tümüyle uzak olmayan bir ailenin- güvenini yeniden kazanmak her ne kadar zor, nerdeyse imkânsızsa da, gene de tümüyle umutsuzluğa kapılmış değilim. Zamanla, yavaş yavaş, ama sonunda mutlaka, aileden bazılarıyla yeniden candan bağlar kurabileceğime inanıyorum.

Her şeyden önce, söz konusu ‘’içten bağlar’’ın –daha fazlasını istemeye çekiniyorum- babamla aramda yeniden kurulmasını diliyorum, senimle ikimiz arasında kurulmasını ise en az aynı ölçüde umuyorum.

Böylesi bir entente cordiale karşılıklı yanlış anlamalardan çok daha yeğdir. Şimdi, birtakım soyut konulardan söz açarak içini sıkmak zorundayım. Sabırla dinleyeceğini umuyorum. Tutkulu, coşkulu, duygularına çabuk kapılan bir insanım ben. Ufak tefek, ya da büyük delilikler, saçmalıklar yapabilecek bir tabiatım var; yaptıklarımdan az ya da çok pişman oluyorum daha sonra. Kimi kez, sabırla beklemek daha yerinde olacakken, aklıma geleni anında yapıyor ya da söylüyorum. Başkaları da aynı yanlışlıkları yaparlar kimi kez sanıyorum. Hal böyleyken, yapılacak ne var? Kendimi, tehlikeli, hiçbir işe yaramaz biri gibi mi görmem gerekir? Sanmıyorum. Sorun şu: Söz konusu aşırı coşkuları, duygusallığı iyi bir şeyler uğruna kullanabilmek için her yolu denemek. Örnekse, coşkularımdan biri: Kitaba karşı hemen hemen karşı konulmaz bir tutkum var; hiç durmadan okumak, öğrenmek, kendi kendimi yetiştirmek peynir ekmek kadar kesin bir gereksinme benim için. Eminim, sen anlayabilirsin bunu. Bir başka çevre içinde bulunduğumda, resimler ve sanat yapıtları arasında olduğumda yani, biliyorsun onlara karşı şiddetli bir tutkum vardı, coşkuların en yüksek doruğuna ulaşırdım. Ve buna pişman değilim. Şimdi, o ülkeden çok uzaktayken bile, resimler diyarının özlemini çekiyorum sık sık.

Belki de hatırlarsın, eskiden bilirdim (hala da biliyorum ola ki) Rembrandt’ın kim olduğunu –Millet’in, Jules Dupre’nin, Delacroix’nin, Millais ya da M. Maris’in kim olduklarını da… Eh, şimdi o çevrenin içinde değilim artık- ama o ruh denilen şey var ya, o hiçbir zaman ölmez, hep yaşar, hep ve her zaman ve sonsuza dek arayışını sürdürür derler. Ben de, o dediğim özleme, sıla hasretine baş eğeceğime, dedim ki kendi kendime: ‘’O ülke, ya da anavatan, her yerdedir. Böylece, kendimi umutsuzluğa bırakacağıma, bir başka türlü söylemek gerekirse, umudu uyanık tutan, yükselmeyi amaçlayan, hep arayan melankoliyi, uyuşukluk ve acı içinde insanı umutsuzluğa sürükleyen melankoliye yeğledim. Bu nedenle elime geçirebildiğim tüm kitapları –İncil gibi, Michelet’nin ‘Fransız Devrimi’ gibi, sonra geçen kış Shakespeare, birkaç Victor Hugo ve Dickens, Beecher Stowe, Aeschylus ve onun kadar klasik olmayan birkaç kişi daha, ve büyük birkaç ‘küçük usta’nın yapıtları- olanca ciddiyetimle okudum, inceledim. ‘Küçük usta’ olarak nitelediklerim arasında Fabritius ve Bide gibi kişiler var, çok iyi bilirsin.

Şimdi, bütün bunlara dalmış olan bir kişi, kimi kez ‘choquant’ olur, yani, başkalarına aşırı şaşırtıcı ve ters gelebilir; arada bir bilmeden, istemeden, kimi örf ve adetlere, toplum kural ve alışkanlıklarına karşı suç işler.

Oysa bunlara kötü gözle bakmak ne yazık, ne yanlış… Örnekse, sen de biliyorsun ki genellikle giyim kuşamıma, dış görünüşüme pek dikkat etmem, kabul ediyorum, bunun kimilerini şoke ettiğini de kabul ediyorum. Ama bak şimdi, yoksulluğun, mahrumiyetin de payı var bunda; sonra derin bir düş ve cesaret kırıklığının oynadığı rol de var… Kimi kez, o sırada kafanızı kurcalayan bir konuyu daha incelemek için gerekli yalnızlığı sağlamaya yarıyor bu.

Theo'ya Mektuplar - YKY - Çeviri: Pınar Kür
Devam edecek....