Cuesmes, Belçika, Temmuz 1880
Sevgili Theo,
Uzun süre,
birçok nedenden dolayı yazamadıktan sonra, bu kez biraz isteksizce yazıyorum
sana.
Bir dereceye
kadar, bir yabancı gibi oldun bana, ben de sana –belki de sandığından çok daha
fazla. Böyle devam etmemek ikimiz için de daha iyi olur belki. Eğer zorunlu
olmasaydım, sen beni bu zorunluluk karşısında bırakmasaydın, bu mektubu bile
yazmazdım ola ki. Benim için elli frank gönderdiğini öğrendim Etten’de;
çarnaçar kabul ettim. İstemeyerek elbette, içimde melankolik bir duyguyla
elbette, ama başka ne yapabilirdim – bir çıkmaz sokakta, dümdüz bir duvarın
önünde gibiyim, başım da dertte. Kısaca, sana teşekkür etmek için yazıyorum bu
mektubu.
Borinag’a
döndüğümü biliyorsundur belki. Babam Etten civarında bir yerde kalmamı
yeğliyordu; kabul etmedim ve sanıyorum ki herkes için en iyi olanı yaptım
böylece.
Nasıl oldu
bilmiyorum ama elimde olmadan, ailenin baş edilmez, kuşku uyandırıcı bir kişisi
durumuna geldim, en azından güvenilemeyecek biri. Bu halde kime ne yararım
dokunabilir?
Her şeyden
çok bu nedenle, yapabileceğim en iyi, en akla yakın şey bir yerlere gitmek,
uygun bir uzaklıkta bulunmak hepinizden, böylece varlığımı unutabilirsiniz.
Tüylerini
dökme –tüy değiştirme- vakti kuşlar için neyse, biz insanlar için de düşkünlük
ve mutsuzluk dönemleri aynı zor zamanlar. Böylesi bir tüy dökme döneminde ömrü billâh
kalabilir kişi, ya da atlatır, yenilenmiş olarak yaşama döner. Ama ne olursa
olsun, başkalarının gözü önünde yapılamaz bu, çünkü hiç de eğlenceli bir şey
değil… Öyleyse saklanmaktan başka çare yok. İyi ya, öyle olsun.
Şimdi; bütün
bir ailenin –hele de her türlü ön yargıdan ve onurlu olduğu kadar modaya uygun
erdemlerden tümüyle uzak olmayan bir ailenin- güvenini yeniden kazanmak her ne
kadar zor, nerdeyse imkânsızsa da, gene de tümüyle umutsuzluğa kapılmış
değilim. Zamanla, yavaş yavaş, ama sonunda mutlaka, aileden bazılarıyla yeniden
candan bağlar kurabileceğime inanıyorum.
Her şeyden
önce, söz konusu ‘’içten bağlar’’ın –daha fazlasını istemeye çekiniyorum-
babamla aramda yeniden kurulmasını diliyorum, senimle ikimiz arasında
kurulmasını ise en az aynı ölçüde umuyorum.
Böylesi bir entente cordiale karşılıklı yanlış anlamalardan
çok daha yeğdir. Şimdi, birtakım soyut konulardan söz açarak içini sıkmak
zorundayım. Sabırla dinleyeceğini umuyorum. Tutkulu, coşkulu, duygularına çabuk
kapılan bir insanım ben. Ufak tefek, ya da büyük delilikler, saçmalıklar
yapabilecek bir tabiatım var; yaptıklarımdan az ya da çok pişman oluyorum daha
sonra. Kimi kez, sabırla beklemek daha yerinde olacakken, aklıma geleni anında
yapıyor ya da söylüyorum. Başkaları da aynı yanlışlıkları yaparlar kimi kez
sanıyorum. Hal böyleyken, yapılacak ne var? Kendimi, tehlikeli, hiçbir işe
yaramaz biri gibi mi görmem gerekir? Sanmıyorum. Sorun şu: Söz konusu aşırı
coşkuları, duygusallığı iyi bir şeyler uğruna kullanabilmek için her yolu
denemek. Örnekse, coşkularımdan biri: Kitaba karşı hemen hemen karşı konulmaz
bir tutkum var; hiç durmadan okumak, öğrenmek, kendi kendimi yetiştirmek peynir
ekmek kadar kesin bir gereksinme benim için. Eminim, sen anlayabilirsin bunu. Bir
başka çevre içinde bulunduğumda, resimler ve sanat yapıtları arasında olduğumda
yani, biliyorsun onlara karşı şiddetli bir tutkum vardı, coşkuların en yüksek
doruğuna ulaşırdım. Ve buna pişman değilim. Şimdi, o ülkeden çok uzaktayken bile, resimler diyarının özlemini çekiyorum
sık sık.
Belki de
hatırlarsın, eskiden bilirdim (hala da biliyorum ola ki) Rembrandt’ın kim
olduğunu –Millet’in, Jules Dupre’nin, Delacroix’nin, Millais ya da M. Maris’in
kim olduklarını da… Eh, şimdi o çevrenin içinde değilim artık- ama o ruh
denilen şey var ya, o hiçbir zaman ölmez, hep yaşar, hep ve her zaman ve sonsuza
dek arayışını sürdürür derler. Ben de, o dediğim özleme, sıla hasretine baş
eğeceğime, dedim ki kendi kendime: ‘’O ülke, ya da anavatan, her yerdedir.
Böylece, kendimi umutsuzluğa bırakacağıma, bir başka türlü söylemek gerekirse,
umudu uyanık tutan, yükselmeyi amaçlayan, hep arayan melankoliyi, uyuşukluk ve
acı içinde insanı umutsuzluğa sürükleyen melankoliye yeğledim. Bu nedenle elime
geçirebildiğim tüm kitapları –İncil gibi, Michelet’nin ‘Fransız Devrimi’ gibi,
sonra geçen kış Shakespeare, birkaç Victor Hugo ve Dickens, Beecher Stowe,
Aeschylus ve onun kadar klasik olmayan birkaç kişi daha, ve büyük birkaç ‘küçük
usta’nın yapıtları- olanca ciddiyetimle okudum, inceledim. ‘Küçük usta’ olarak
nitelediklerim arasında Fabritius ve Bide gibi kişiler var, çok iyi bilirsin.
Şimdi, bütün
bunlara dalmış olan bir kişi, kimi kez ‘choquant’ olur, yani, başkalarına aşırı
şaşırtıcı ve ters gelebilir; arada bir bilmeden, istemeden, kimi örf ve
adetlere, toplum kural ve alışkanlıklarına karşı suç işler.
Oysa bunlara
kötü gözle bakmak ne yazık, ne yanlış… Örnekse, sen de biliyorsun ki genellikle
giyim kuşamıma, dış görünüşüme pek dikkat etmem, kabul ediyorum, bunun
kimilerini şoke ettiğini de kabul ediyorum. Ama bak şimdi, yoksulluğun,
mahrumiyetin de payı var bunda; sonra derin bir düş ve cesaret kırıklığının
oynadığı rol de var… Kimi kez, o sırada kafanızı kurcalayan bir konuyu daha
incelemek için gerekli yalnızlığı sağlamaya yarıyor bu.
Theo'ya Mektuplar - YKY - Çeviri: Pınar Kür
Devam edecek....