Çok ender
yazarak eklediği bloğa girip, orda olup olmadığına baktı hala çok yavaş atan
hayatının kalbine. Şu dertler ormanında yitip gitmemenin bir yoluymuşçasına.
Tüm olup biten, yeniden başlayan, ısrarcı belaların, boşluklarını hatırlatan
dipsizmiş gibi görünen kuyuların kendisini, kim olduğunu unutturmasından
korkuyordu. Dipsiz, soğuk bir uçuruma düşerken rokoko stili bir çerçeveyle
giydirilmiş koca bir aynaya tutunmuştu. Yorulmadan her an gözleri
gözlerindeydi. Biliyordu, kısa bir süreliğine bile olsa gözlerini alsa
gözlerinden, düşecekti ruhunu kemiren zamanın içine. Tek gerçek zaman ve mekân
kendisiydi. Üstüne kapanmak isteyen korkulardan başka bir şey değildi. Her
korku bir ihtiyacı hareketlendirmiyor muydu? İhtiyaç ızdırap değil miydi?
İhtiyaç, o ihtiyacı doyuran şeye tapınmaya dönüşmüyor muydu er ya da geç?
Korkular yalnız bir adamın boş evi gibidir. İstençsiz sayıklamalar, kimsesiz,
kısa, anlamsız sohbetler. Hayaletlerinin ihtiyacını görmek için, kendisine hazırladığı
bir fincan sıcak, siyah çaydan bir tane de sehpanın karşısına yerleştirdi
özenle sözünü ettiğimiz adam. Hala üşüyor, düşüyor, gözleri kendinde.
a-priori