30 Kasım 2010 Salı

Avangard Manifesto




Avangard sanat kuramının verili hakikate yüklenmesinin, böylece açığa çıkan yıkıcı enerjisinin bir sınır ihlali olduğu doğrudur. Öyle ki, sonsuza dek karşı-devrimci bir hat boyunca kaçar. En çok da iyi polis, kötü polis dümeninden sıvışır. Kurmaca diyalektik yapının kuklacısından da… ‘’ Derin Sanatın ‘’ işbirlikçiliği olur bu, bu da Avangard olmaz. Her ‘’ yeni ‘’ Avangard değilse peki ya nedir? …Olasılıklar sanatı, gerçeklerden gerçek seçme özgürlüğünün sonsuz kaçış çizgisi; ‘oturaklı olun ‘ söylemine karşı, atölyelerin çınlayan neşesi, Avangard yaramazlık önerisi. Mikro politiğin, makro politiğe usturuplu küfrü. ‘’ Tercih etmiyorum ‘’ la başlayan ‘’ yıkımın ‘’, üzerinde özenle çalışılmış panzehiri. Bartleby’nin kuşattığı avukatın utancını yakalamak, gönüllü… Alayla söylenen; ‘ sanat dünyayı değiştirir mi ‘ sorusuna, ‘’ bak değiştirdi ya, bizden çalınanlarla ‘’ diyebilmek, ‘’ sanatla yatıyor, sanatla kalkıyoruz ama sahici olanın teknikle derdi yok, içerikle var ‘’ diyebilmek. Ve hemen içeriği ele geçirebilmek.

İşbirlikçi suskunluğu miskin sarhoşluğundan uyandırmak, tiranlaşacakken tahtından alaşağı etmek onu. Elbette parrhesia içerir Avangard, dosdoğrudur, kalemi uçaksavarlar gibi korkusuzca tarar gökyüzünü. İçinde ve dışında olmaya inanmaz, Nietzsche’nin deyişine katılır, aşağı yukarı şöyledir; ‘’ her şeyiyle gelsin üzerime yaşam ‘’. Yaşamak, var olmak bir haktır, kullanılır sonuna dek. Tam bir ilişki tanımı getirir; insan insana, üretim terbiyesiyle ve yaratıcılıkta, üretende arar dostlukları. Bedenin fiziki çalışmaya da ihtiyacı vardır, eşyayla temaşasını böyle kurabilir, o zaman oluşla karşılaşabilir; bir olasılığın kestirilir/kestirilemez, açığa çıkan hakikati…

Uğuldayan sesler asılı kalırsa tavanda, demiştim ya uçaksavarlar vuracaktır her birini. Düşen enkazdan heykeller diker, hemen kült için öbekleşenler sopayla dağıtılır. Avangard sanatçı sanatıyla, doğayla arasına giren tüm uyaranları siler süpürür, onun tozlaşarak kopyalanan, yeniden üretilen kalbine başka hakikat olasılıklarını fısıldar.
‘’ Tercih etmiyorum ‘’ özdeyişi ( artık özdeyiştir ) insanı makineye bağlı yaşatan simülakrumu yıkıcı tepkime içinde titretir…
‘’ İyi birisi değilim, işte bu kadar basit. ‘’

Wittgenstein’in yeğeni.

Cemil Atik

24 Kasım 2010 Çarşamba

Körlüğün Kısa Tarihi


 
Bilincin dönüştürülmesi; algının kirli, donmuş retinasına ‘’terörist’’ bir saldırı. Avangard sanatçının büyük ülküsü… Derin bir şokla gerçekleşebilecek büyük dönüşümle özetlenebilir onun ideası. Bütün ‘’ciddi’’ sanatçıların düşünü gördüğü bu şok sağaltımdır. Televizyon Çağı’nın ‘’ilkel uyuşukluğu’’ içinde, eylemi, asabiyeti bizim adımıza gerçekleştiren, bizi temsil etme yetkisini verdiğimiz, hayatımız boyunca karşılaşamayacağımız simülakrumlardır beyaz ekranlardaki. İmaj mecranın aşılamaz, kendi kendini durmadan çoğaltan yapısı Avangard sanatçıyı kızdırır. Çünkü uzunca bir süredir tüm düşünce protokolleri çalınmış, üstelik toplum mühendisliği ile işsiz bırakılmıştır. İdeasının, gizli servisler ve teröristlerce uzun uzadıya planlanarak medyatik projelerle farklı şekillerde de olsa gerçekleştirilişini izlemek dayanılmaz olmalı.

Algı tiyatrosu ve didaktik performansların verimliliği tartışmasını uç noktalara taşıyan, 11 Eylül saldırısını bilincin ele geçirilmesi ve dönüştürülmesinin anıtı saymak cüretini gösteren ‘’ciddi’’ sanatçıların söylemeye çalıştığının aslında ne olduğunu biliyoruz; elbette bilinci ele geçirmek üzere yapılan uzun ve karmaşık hazırlık, medyanın üşüşeceği büyük bir ‘’performans’’ ve yokluğun bilinçlerde yaratacağı sonuçlar ve benzeri nedenler onları tahrik etmiş olmalı. Kolay, neredeyse emeksiz imaj satış marketlerinden taksitlendirerek alışveriş yapılabilinir bugün. Ancak günümüz sanatçısının Avangard hırsına referans olacak, ona cazip gelecek çok fazla ürün ve bağ var gibi görünür. Ayıklama… Nasıl? Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkıntılarının müze müdürlerince yağma edilişi - ayıklayarak ve kesinlikle estetiği gözeterek- imajların çoğaltımına, kendi kendini üretme yeteneğine örnektir. ‘’Her şey onlara hizmet eder…’’

‘’Devrim, hemen şimdi’’ düşüncesi ile sanatçının bu düşünceyle her devir çatışan izleği arasındaki uzaklığın kapanmakta olduğunu söyleyebilir miyiz? Buna verilecek kesin bir evet cevabı gerçek, özgür sanatçının ağzından çıkamaz. Bütün ‘’devrimler’’ önce sanatçıları yer. O iç terörün dengesini, sanatla ifadesini bulan kendisiyle kavgalı bir bilincin içinde kurar. Bunca tetikleme içinde naif bir düşünce olarak gelecektir bu.

Başka ‘’naif’’ bir yol pek bilinmez; Sufi mutasavvıfların izleği kademeli bir uyanışı, yıkımı sıfıra indirecek bir yeniden üretimi mümkün görür. Neredeyse tüm disiplinlerin eğitiminden geçtiklerini, birçoğunun bilim alanında bugünde kullanılan yöntemler bulduklarını söylemeye gerek var mı? Yani genel imaj yanlıştır. Yazının temelinden bakılarak, kalpten yani tinden yola çıkmak, değişik bakış açılarından vazedilen şokun bilinçte kaybettirdiği gerçeklerin/zaman kesitinin önemli olduğu vurgusudur. Doğumun tam ve eksiksiz olması için gerekli olan…

Şu veya bu şekilde insanlık tarihi ikinci yolu deneyerek 19. yüzyıla kadar gelebilmiştir. Ancak bu yüzyıl bilinçte büyük bir yırtığın oluştuğu yüzyıl olarak tarihlenecekti. Henüz başlarda dünyanın geri kalanının – sanayi devrimi dışında kalmış tüm ulus ve imparatorluklar- çok azı bu dönüşümü hissetmişlerdi. Artık var oluş sorununa biçimlenerek ölüm-kalım arasında seçim demek olacaktı. İmaj bombardımanı başlamış, kültürleri delik deşik ediyordu. Bir meteor yağmuru kadar ışıltılı ve parlaktılar ama bu düştükleri yer için geçerli değildi. Alışıldık olanın, hep göz önündeki kanıksanmışlığın yok oluşu. Yitikliğin yarattığı boşluğu doldurmak isteyen iştahlı fikirlerin büyük bir telaşla bu boşluklara seğirtişleri, akınları. Zihin uzayın bir parçasıydı ve boşluk kabul etmeyecekti. Ne aranırsa vardır boşluklara akın düzenleyenler arasında; Kapitalizm, Komünizm, Faşizm, Anarşizm, Feminizm… İşte tam bu yüzyıl içinde Avangard sanatçıyı şımartacak çok şey olmasına rağmen, akıbet de kaçınılmazdı. Romantizm, peygamberanelik ve vahiy-devrimcilik önce Hollywood’a, daha sonra da Televizyona teslim olmuştu artık. En azından imajın paylaşılmasında yeryüzünde bir adaletten bahsedilebilinir. Okus pokus la sınıf ayrımını görünmez kılmakta Televizyona düşecekti. Batıda sanatçının önceki imaj danışmanı soylu sınıftı, zenginlik ve soyluluğun imgeleriyle yan yana durduğunda sanat ve sanatçı bu sahte ışıklarla parlayabiliyordu ya da öteki. Üflenen bir ruh… ‘’İlkel uyuşukluk’’ yüzyılında imajla yorgun düşürülmüş, post modernizmle de narkoloptikleştirilmiş insanların Avangard ressamların, edebiyatçıların ‘’kaçıklıklarıyla’’ uğraşacak zamanları hiç olmayacaktı. Ortalama fikirlere, ortalama hayatlara sahipken ve bunlara sahip olmak ayrıcalık olarak sunulmuşken ne diye ‘’sürdürülebilinir’’ habitat bozulsun. Prenses Diana’nın düğününü size özelmişçesine izlemek, bir gece önce yedikleri özel yem nedeniyle kraliyetin ‘’kutsal’’ atlarının standart, parlak boklarını gelişmiş kameraların zumlarıyla önünüzdeymişçesine seyredebilmek bir yüzyıl önce hangi altsınıfa nasip olurdu bir düşünün. Gerin, kaşın ve rahatla her şey güzel olacak… İmajın gücü anlaşılmıştır artık.

Nükleer mantar Hiroşima’yı aydınlattığında, projenin sahiplerini ele geçiren hırs bu korkunun kaymağını uzun süre yiyecek olmaları düşünde gizliydi. İmaj gerçekte şimdi patlamıştı. Amerika’nın Golem’i… Şok dumura uğratır, felç eder, güvenli alanınız, aidiyetiniz parçalanır. Siz ne olup bittiğini anlayıncaya dek yeni bir dünya kuruluverir. Bush ve Blair’in fırsattan istifade çıkarttığı anti-demokratik yasaları kaç kişi hatırlıyor.

‘’Ölmeyi bile gerçekten isteyemiyoruz’’. Birleşik Devletlerin karanlıkta bırakılmaya çalışılan bir tarihi vardır, sadece Cat Müzikali, Marilyn Monroe, Mc Donalds vb. imajların negatif gerçekliğiyle ifade etmenin hafif kaçacağı bir tarih. Entelektüel katiller, hapishanelerde ‘’aydınlanan’’ kıyıcılar, kan performanslarına alkış tutan sanatçılar… Rus romancılığının yanına bile yaklaşamayacağı nicelik ve ‘’nitelikte’’ eserler, ‘’gerçek’’ nihilistlerin manifestoları.

Bilincin ele geçirilmesine yönelik bir imaj baskını çağındayız ve baskın basanındır. Ancak bu kabul başka bir kuvveti onun karşısına diker; uzun meşakkatli bir yol, mutlu bir istila. Mao II’ nin kahramanı Bill Gray’in çocukken oynadığı bir oyunun kurallarını kuşatan bir söylem. Yankee Stadyumunda oynanan unutulmaz bir maçın hem anlatıcısı, hem dinleyicileri ve hem de oyuncuları olmak olarak özetlenebilecek uhrevi bir oyun. Yüksek bir bilinçte kendini unutturmak, kaybetmek. Ama Bill Gray bunu yazarını saklamak için söylemekle görevlidir. ‘’Özgül-tekillerin matrisi’’ Amerikan halkı…

Sanat verili, pozitivist dünyayı yıkacaksa, - en azından taşınan üst söylem budur – sufiler, var olanın ‘’canına kastetmeden’’ dünyayı sıfır noktasından geçirerek bunu yapma iddiasındadırlar. İddia da dava taşımaz, manayı üretmek çilenin gerekçesidir. Çile yöntemleriyse imaj üretimine, bununla beslenmeye izin vermez. 15 Dakikalık ün dışındadır. Ruhun ya da maddenin içine sızmış şeytan iddiası çürütülmekle kalmaz, bütün bu vehmedişlerin çukuruna inilir, orada karşılaşılan insanın karanlık tarafıdır. Asıl önemli nokta bunun belirli protokoller izlenerek üretilmiş/tetiklenmiş olması gerçeğidir. Kurgulanmış bir teatral zeminde uyanmayı geciktiren bir var oluş modelinin sunulmaya çalışılmasıdır. Öteki modelin farkında olunmadığı ise doğru değildir, kimi zaman sondaj noktalarının belirlendiği, gelecekte üzerine daha fazla eğilmek üzere şimdilik dosyalandığı fikri akıllıca olanıdır. Hangi entelektüel odacıktan, hangi aygıtın ne yapılmak üzere devşirileceği de ayrı bir süreç olarak hala ortadadır.

Nüfuz etmek, bilgi çarpıtma için çalmak. Ancak kimden ve hangi derinlikte. Bu sorulara, öteki yöntemin binlerce yıl içinde geliştirdiği izlekten yüzey taramayla kolay cevaplar vereceği beklenmesin.

Batı Heidegger’i tekrar okur mu bilinmez ama insanın kalıba dökülme çabalarını her fırsatta reddetmesini yeniden gözden geçirmek zorunda kalacaktır. Nihayetinde Batı için daha anlaşılır bir dildir bu.


Cemil Atik

Bir Rüya İçin Ağıt


Bir Rüya İçin Ağıt;
Bir Çöl Fenomeni Üzerine Deneme

Neden polise gidecekti ki, televizyonunu rehinciden geri alma iradesinin suçluluğu ne olacaktı peki? O da bağımlıdır, tıpkı Junky oğlu gibi. Aslında her ikisi de hakikatin farkındadırlar, adına sistem denilen aygıtın tiksindirici bağlantılarından biri olduklarının. Cılk bir kol, beyaz ekran, prizlerdir… Tiksinmenin korkuyla ilişkisi burada başlar, gizli, kendini çok uzak tutan bir kontağın sesi gelir… Katlanmaysa verilen tepkinin alanıdır. Bulantıya dayanamamak, onun karşısında cinnete varan bir güçsüzlük göstermek en büyük korkudur. Böylelikle bir kaçak gibi yaslandığımız uzlaşımın ellerinde inleriz…

Film hayatın kendisini bir suç olarak sunma çabası içinde ilerlemeye başlıyor… Burada, bu hapishanede öylece erdemli, saf, kahramanca ve bilgece durmak, üstelik kurallar üzerinde asgari müştereklerde mutabakata varılmışken, yapılabilecek en ahlaksız tepki olacaktır. Bu küçük insanların iradelerine hâkim olamamaları kadar doğal bir şey olamaz, çünkü ne aziz, ne de yalvaçtırlar. Bir şekilde, sistemi gerçekleştiren buyruğa bağlanmışlardır, bir rüyaya; amacı ve bağlandığı şeyin doğası gereği acıyı, ıstırabı çağırır durur. Buyruğun insanı bu savuruşu kendimize merhamet etmekle başlayan, dünyaya karşı topyekün bir geri çekilişi mümkün kılar. Bu kısacık anlar toplamı ‘’gündelik ‘’ denen zaman aralığı içinde uzunca bir süre ya hiç yayılmazlar ya da gerçekleşince çok kısa ömürlü olurlar; buradan sürekli bir edim çıkartmak, doğrusu iradeyi yadsımak neredeyse imkânsızdır. İşte bu hep karşı karşıya bulunduğumuz güçlük, zorbalık merhametin babasıdır.

Sevginin, temasın çekilmesiyle, yerini medyanın başlattığı imajlar denizi doldurur. İnsan insana ilişkinin arasında bir yağmacı olarak duran tüm bu şeyler düzeni karşımıza amfetamin, uyuşturucu ve seks bağımlılığı biçiminde çıkabileceği gibi, uzun süre televizyon izleme, diyet programları, aşırı sosyalleşme gibi düşkünlüğün diğer yüzleriyle de görünür. Bir dolambacın kapatan, sıkıştıran çeperleriyle göz göze gelmemiz için zihnimizdeki olanakları zorlayan yapıt, sevginin bir çıkış, kaçış imkânı sağlayıp sağlayamayacağına ilişkin de kısa sorular ortaya atar. Çekirdeğe ulaşamayan enerjinin kabuğun etrafında dolanımı insan dramının göründüğü yer, yani ‘’ keskin ve derin bir bakışla ‘’ merhametin üretildiği aşkın mecra olarak durur. Artık sevginin de vehim dolu bir soru olduğu zeminde kat ederler insanlar yaşamlarını. O halde filmin ilk sahnelerindeki ‘’ suç ‘’ cezayı hak etmez, ona tabi değildir. Anne polisi hiç aramaz; suçu oluşturanı, sistemi çağırmak, onu çoğaltmak saklanmayı imkânsızlığa sürükler. Anamalcı bir ıstırabın oğla yönelik bir cinnete dönüşmesi istenmeyendir, neredeyse bir tabu… Ama hem sistemden, hem de birbirimizden saklanıyormuşuz gibi yaparak utanca ve suça katlanılabilinir. Her birimiz öyle tek başına yaşamak zorundayızdır bunu.

Asıl olan, aygıtın insanın gözünden sürmeyi çekmesinin ötesinde, bedene ilişkin varsaydığı tasarrufunu, cüretini barbarca bir açlık seviyesine çekmesidir. Artık işkencecilerin her kaçış noktasını tuttuğu bir dünyadır burası. Oburlaştıran sistemdir, diyet yaptıracak olan da. Semirirken ne vahşi bir açlık çektiğimizi görünür ederken, beri yandan da vazedilen perhizle sağılabileceğimizi kabul ederiz.

Görünür olmanın güçle ilişkisi yadsınamaz bir noktadan kendini gösterir; bir diğer bağımlılık ağını gerer yaşamın yolunun üzerine. Getto apartmanının önüne iskemle, koltuk atarak arz-ı endam eden geçkin kadınların yeniden görünür olabilmek için keşfettikleri yöntem, -tek başına, bir tekinin görünürlülüğünü daha anlamlı kılsa da, bu örtülü utanca hiçbiri cesaret edememiş olacak ki- topluca, sıralanarak diziyi oluşturmaktır.

Bağlantıyı kopartmakla tehdit edildiğimiz, yüksek bağımlılığımızın çölünde gezdirir film bizi. Tam bir kayboluş operasıdır. Eylemlerin arkasındaki saf niyeti asla göremeyecek bir kör sisteme, onun kurdurduğu dille cümleler kurmak, şeytanın gör dediği, bağımlılıklarımızın karşısındaki güçsüzlüğümüzün onaylanmasını gerektirir ki, iblise küfür buradan hiçbir yere varmayan boş bir edim olacaktır. Dişlileri kıracak, yerinden patlatabilecek tek bir yol kalır bize; utanç. Korkunç yoksunluk yine de Demoklitos’un kılıcı gibi utancın üstünde gizlice salınır. Anne, yalnızlığının acısını birkaç kez dile getirir, bundan utanç duyar. İnsanlık sözleşmesinin delindiğini ruhu yüksek sesle bağırmaktadır aslında.

‘’ Dünyanın ‘’, içine girilebilecek bir yatak, kendisine doğulacak iyi bir ebe bile olmadığı, daha çok başına çektikçe bedenin açıkta kaldığı bir yorgan parçası, izlenimi, ellerine doğulanınsa ölüm olduğu orta yere söylenmektedir. ‘’ YUTUN ‘’ buyruğu ‘’ dünyanın ‘’ gerçek yüzünü, karanlığının şifrelerini verir. Arzuları tüketmeye yönelmiş bir çeneye dönüşen, böyle göze görünen ne olabilir peki? Bu heyula, zilleri, çanlarıyla bir rakkas gibi nasıl da rahat eder böyle aramızda. Bir dengeyi, bir uzlaşmayı kim sağlayacak, tan atımına bile razıysak, dudaklarımızı ıslatacağımız, gölgesinde yatışacağımız bu küçük, serin topraklar nerede bulunur? Ya da böyle bir denge imkânsız mıdır? ‘’ Dünya ‘’ hep yutularak de tüketilebilir ve o zaman bir ceylan yemiş pitonun şişmiş bedeniyle aşağı çekilir, karınlarımız üzerinde sürünürüz. Sürünme doğru bir benzetmedir, tıpkı seraplarla dolu zihin çölünde olduğu gibi. Çöl, en keskin, en bıçak arzuları bize yansıtır; su ‘’ yaşamın ‘’ anahtarı olur, aslında ölümün senaryosunu yazıp yönettiği bir filmin ‘’ motor… ‘’ sesidir. Bu ölüm, yoksunluk ve eksiklerden başka bir şey değildir.

‘’ Kendi üstüne kapanan bir evrenin ‘’ impulse’ları makineleşen arzulara dokunamaz böylelikle. Kararlılığı, akışkanlığı tanımlayan tek şey sevgidir. Dokunmasına izin verdiğimizde yatışırız, bedenlerimizin dört yönünden çıkan, gaz yağına batırılmış, her an tutuşabilecek fitilli kefenlerimiz içeri çekilir, serinleriz.

Nihayet her şey önce donmaya, ardından tüm ‘’ fikirleri ‘’ olağandışı zorlamaya başlar; küçük direnç çiselemeleri alevlerin önüne geçemez, yanma gürültüyle başlamıştır. Arzunun selinin içinde eller hiçliğe, uzatılan elleri hiçbir zaman tutamayacak yerlere uzanır. Kimse ‘’ sevgi ‘’ diyemez; onları önleyen nedir diye sorarız. Basitliği mi, sıkıcılığı mı, ayartılmalara direnen ‘‘ muhafazakârlığı mı’’ ? Hayır!.. Bizi kalbimizle baş başa bırakın büyük yalnızlığı… Her şeyden daha yakın, bir o kadar uzak olan, saklanan, her arzudan daha yakıcı istekleriyle sevgi gerçekte
‘’ zor ‘’ olandır.

Aradaki hikâyelere takılı kalmış bir sevgi gözbağcılığı dizleri karna çektirir, bedeni içe kapatır, artık her biri cinnetlerinin küllenen ateşinde biraz yatışmış cenin biçimine bürünürler; İstekleri ( sevgi ) çok basittir, çok yakında ve o kadar uzakta…

Cemil Atik

23 Kasım 2010 Salı

Pulsar ( Atımlı Yıldızın Günlüğü ) Saat: 00:25 Salı Ekim 12



Kişinin dışından, şartların yansımasından ve çoğunlukla dayatmasından kendini bilişi, konumlandırışı bir seziş, duyuş, anlayış aksında bir aşamadır. Etki-tepki ilişkisinin geriliminin boşalmasından ibaret bir yaşam, tıraşlanmamış ifadeyle insan yaşamının bir dönemini açıklamaya, anlamaya, makul karşılamaya yeterde artar. Kapısız, penceresiz, nihayet bilindik mekan dışı ve adına hayat denen irfan mektebinin kendine has kuralları vardır ki, çok değişkenli, paramiliter tavrı bir zaman sonra ötesini ister. Olaylardan, şeylerden bağımsız bir özgürlük çağrısıdır bu. Hiç gecikmeyen, her kişinin de, er kişinin de ruhunun tek eşyası bir sur borusudur, sır zamanlarda yolda, uykuda, düşte düşe uyandırır. İrfan mektebinin hasat zamanı böyle zamanlar, olay, eşya ve şeylerin düzeninin, beş duyunun sahnesindeki küçük kıyametidir. Boynu bükük, korku içinde titrerken bulursun kalbini evrenin merkezinde bir yalnız yıldız gibi sonsuza atarken. Diğer her şeyin kendi içine çöktüğü, gerçeğin, çekirdeğin çıplak kaldığı, ar, namus şişesinin kırıldığı, çiçeklerin kendi cesedinin bedeni olduğu o yer… Ben burada değilim, ben burada değilim diyerek, için için çocuk ağlamalarına inat, yetişkin dikilirsin başucunda, metanetle sararsın o küçük omzu. Hayret! Bu tanıdık yalnızlığı, bu tanıdık hüznü ne zamandır biriktirmişsin… Neşenin kardeşi, varın yarısı, kimsenin kimsesizliği nereden… İrfan isteyen, şımarık yıldızların beş metre karelik sonsuzluk odacığına neşeyle girişine baksın. Kutuplar takla atarken, sana da aynı şey oldu insan. Zamansız bağbozumları, ruhunun iklimi bozdu şarabı, ekşitti işte. Sabırdan şerbet yapanlar, koruktan günbalı yerler elbet. Nasıl karşılayabilirsin şimdi bu yeni seni; isyanla mı, nereye böyle, dur bekle, nereye kaçıyorsun, kaçacak yer yok senden, kendini de götürüyorsun kendinle… Seni seninle konuşturmanın zamanı geldi. Öyle şaşkın bakma, hiç kendi kendine konuşmadın mı… Aslında konuştuğun arzularındı, korkuların, öfken… Her biriyle, edeple konuşmanı sağlamak amacım. Çok kişisin tek mecliste, her kafadan bir seda tek kafada… Korkma, zamana yayarak teker teker buyur edeceksin, soru cevapla yola koyacaksın hoş beşi geçip sohbeti… Kabukların, zırhların; adlarına küfrettirmek isteyecekler, öyle ki, zevkten titreyecekler, sakın yapma. Kulağın demi gelir geçer, yelin hükmü avuç içi kadar…

Unutma yükseklerde süzüldüğümüzde, aşağıdakilere pek küçük görünürüz.


a-priori

22 Kasım 2010 Pazartesi

Tarihin Karşısında




Tarihin karşısında nereden buluyorsam buluyorum bu gücü işte; bir gün gelecek evrenin sonsuzluğunda, bir hiçe dönüşeceğim, isimli fırtınaların öncü rüzgarının kaldırdığı isimsiz bir toz zerresi. Diken çıkartmak; bir yanı acı, bir yanı şifa dediydi sevgili. Varlık hem yokluktur, silmektir, elekten geçmek. Bahsi geçenleri, sessiz, sen-bensiz akşamlarda yokluk bahsine koymak gelir ya içinden, işte özgürlük, yelkenler fora…Böyle bir çağırır gider, içindeki dağların, göllerin, ormanların sınırlarında gezinir ruhun; gelir orman dayanır, bir yarın tepesinde durur seyirlik, çarşak olur, kumul olur kucaklaşmadan nehirle. Ovada yüklenmiştin denkleri, bıraktın artık kibrit kutusundan yan yatmış evlerin berisinde. Varlığını sana aşikar eden, aşka cüretkar ağacın gözlerinin önünde. Sen bir hiçsin, benin sınır dışında gezindiydin oraları, dönmek bedeli mi? Kadim geçitler, sınırlar; ötekine varlığını veren o tümden aşk selamı ara bölgeler. İstihza ki, ben ancak bunu diyebiliyorum, varsın başkası söylesin ötesini; insanın ifrazatı o benden utanmış, boynunu bükmüş, aşılmazlığını, sarsılmaz gücünü kendinden bilmeyen kendinde asalet… Uzaklaştırmış kendinden, susuzluk gibi asaleti, bir yakalayabilsen, soluyabilsen, içebilsen, nihayet tarihten kaçabilsen hepten oralara.

Ama yok, varlığın kemaline yol bu tarih. Tarih, talihinle böyle açılırsa, ne cehalet durabilir önünde, ne de barbarlık. Gulyabanilere bir masal yazdırmak, o koskoca tarihi yolun irfanı için kendi öyküne dönüştürmek de mümkünken bu düşsüzlük niye? Gübreyle gürbüz olur, çiçek yırtılarak çoğalır, uzay-zaman tozlaşır, kendine yeni bir evren döllersin böyle.

a-priori

8 Kasım 2010 Pazartesi

Notlar




Düşsüzlükle kavgalıyım, gündüz gece… İç sıkıntısı devrimciyse yarım ağız gülüşlerine teslim olduk avamın, sıktı sıkıntısı halkın. Karşı devrimle devrildi düşleriniz, cehaletini örten yalan acılarında, sabra küfür sözüm ona sabrında…

Düşsüzlükle kavgalıyım, cehaletle… Neşeliyim. Bu neşe yeterince hüzün yüklenmiş ki, bu hüzün cehaletin, barbarlığın karşısında duran, yine de asaletini kaybetmeyen her türden varlığın hüznü…

Işığını kirleten her neviden şeytanlığın, karanlığın karşısında, müstehzi, boynu bükük bu öz, neşemin kaynağı.

O-nlar, insan, gökyüzü, toprak, su, ışıkta yunmuş toz zerreciği, kadim ağaç, fidan, hayvan yüzlü; sessiz, asil ilhamlarıyla öğüt aldığım. O-nlar ailem. O-nlar hep sevdiğim. Bu öz…


a-priori