24 Kasım 2010 Çarşamba
Bir Rüya İçin Ağıt
Bir Rüya İçin Ağıt;
Bir Çöl Fenomeni Üzerine Deneme
Neden polise gidecekti ki, televizyonunu rehinciden geri alma iradesinin suçluluğu ne olacaktı peki? O da bağımlıdır, tıpkı Junky oğlu gibi. Aslında her ikisi de hakikatin farkındadırlar, adına sistem denilen aygıtın tiksindirici bağlantılarından biri olduklarının. Cılk bir kol, beyaz ekran, prizlerdir… Tiksinmenin korkuyla ilişkisi burada başlar, gizli, kendini çok uzak tutan bir kontağın sesi gelir… Katlanmaysa verilen tepkinin alanıdır. Bulantıya dayanamamak, onun karşısında cinnete varan bir güçsüzlük göstermek en büyük korkudur. Böylelikle bir kaçak gibi yaslandığımız uzlaşımın ellerinde inleriz…
Film hayatın kendisini bir suç olarak sunma çabası içinde ilerlemeye başlıyor… Burada, bu hapishanede öylece erdemli, saf, kahramanca ve bilgece durmak, üstelik kurallar üzerinde asgari müştereklerde mutabakata varılmışken, yapılabilecek en ahlaksız tepki olacaktır. Bu küçük insanların iradelerine hâkim olamamaları kadar doğal bir şey olamaz, çünkü ne aziz, ne de yalvaçtırlar. Bir şekilde, sistemi gerçekleştiren buyruğa bağlanmışlardır, bir rüyaya; amacı ve bağlandığı şeyin doğası gereği acıyı, ıstırabı çağırır durur. Buyruğun insanı bu savuruşu kendimize merhamet etmekle başlayan, dünyaya karşı topyekün bir geri çekilişi mümkün kılar. Bu kısacık anlar toplamı ‘’gündelik ‘’ denen zaman aralığı içinde uzunca bir süre ya hiç yayılmazlar ya da gerçekleşince çok kısa ömürlü olurlar; buradan sürekli bir edim çıkartmak, doğrusu iradeyi yadsımak neredeyse imkânsızdır. İşte bu hep karşı karşıya bulunduğumuz güçlük, zorbalık merhametin babasıdır.
Sevginin, temasın çekilmesiyle, yerini medyanın başlattığı imajlar denizi doldurur. İnsan insana ilişkinin arasında bir yağmacı olarak duran tüm bu şeyler düzeni karşımıza amfetamin, uyuşturucu ve seks bağımlılığı biçiminde çıkabileceği gibi, uzun süre televizyon izleme, diyet programları, aşırı sosyalleşme gibi düşkünlüğün diğer yüzleriyle de görünür. Bir dolambacın kapatan, sıkıştıran çeperleriyle göz göze gelmemiz için zihnimizdeki olanakları zorlayan yapıt, sevginin bir çıkış, kaçış imkânı sağlayıp sağlayamayacağına ilişkin de kısa sorular ortaya atar. Çekirdeğe ulaşamayan enerjinin kabuğun etrafında dolanımı insan dramının göründüğü yer, yani ‘’ keskin ve derin bir bakışla ‘’ merhametin üretildiği aşkın mecra olarak durur. Artık sevginin de vehim dolu bir soru olduğu zeminde kat ederler insanlar yaşamlarını. O halde filmin ilk sahnelerindeki ‘’ suç ‘’ cezayı hak etmez, ona tabi değildir. Anne polisi hiç aramaz; suçu oluşturanı, sistemi çağırmak, onu çoğaltmak saklanmayı imkânsızlığa sürükler. Anamalcı bir ıstırabın oğla yönelik bir cinnete dönüşmesi istenmeyendir, neredeyse bir tabu… Ama hem sistemden, hem de birbirimizden saklanıyormuşuz gibi yaparak utanca ve suça katlanılabilinir. Her birimiz öyle tek başına yaşamak zorundayızdır bunu.
Asıl olan, aygıtın insanın gözünden sürmeyi çekmesinin ötesinde, bedene ilişkin varsaydığı tasarrufunu, cüretini barbarca bir açlık seviyesine çekmesidir. Artık işkencecilerin her kaçış noktasını tuttuğu bir dünyadır burası. Oburlaştıran sistemdir, diyet yaptıracak olan da. Semirirken ne vahşi bir açlık çektiğimizi görünür ederken, beri yandan da vazedilen perhizle sağılabileceğimizi kabul ederiz.
Görünür olmanın güçle ilişkisi yadsınamaz bir noktadan kendini gösterir; bir diğer bağımlılık ağını gerer yaşamın yolunun üzerine. Getto apartmanının önüne iskemle, koltuk atarak arz-ı endam eden geçkin kadınların yeniden görünür olabilmek için keşfettikleri yöntem, -tek başına, bir tekinin görünürlülüğünü daha anlamlı kılsa da, bu örtülü utanca hiçbiri cesaret edememiş olacak ki- topluca, sıralanarak diziyi oluşturmaktır.
Bağlantıyı kopartmakla tehdit edildiğimiz, yüksek bağımlılığımızın çölünde gezdirir film bizi. Tam bir kayboluş operasıdır. Eylemlerin arkasındaki saf niyeti asla göremeyecek bir kör sisteme, onun kurdurduğu dille cümleler kurmak, şeytanın gör dediği, bağımlılıklarımızın karşısındaki güçsüzlüğümüzün onaylanmasını gerektirir ki, iblise küfür buradan hiçbir yere varmayan boş bir edim olacaktır. Dişlileri kıracak, yerinden patlatabilecek tek bir yol kalır bize; utanç. Korkunç yoksunluk yine de Demoklitos’un kılıcı gibi utancın üstünde gizlice salınır. Anne, yalnızlığının acısını birkaç kez dile getirir, bundan utanç duyar. İnsanlık sözleşmesinin delindiğini ruhu yüksek sesle bağırmaktadır aslında.
‘’ Dünyanın ‘’, içine girilebilecek bir yatak, kendisine doğulacak iyi bir ebe bile olmadığı, daha çok başına çektikçe bedenin açıkta kaldığı bir yorgan parçası, izlenimi, ellerine doğulanınsa ölüm olduğu orta yere söylenmektedir. ‘’ YUTUN ‘’ buyruğu ‘’ dünyanın ‘’ gerçek yüzünü, karanlığının şifrelerini verir. Arzuları tüketmeye yönelmiş bir çeneye dönüşen, böyle göze görünen ne olabilir peki? Bu heyula, zilleri, çanlarıyla bir rakkas gibi nasıl da rahat eder böyle aramızda. Bir dengeyi, bir uzlaşmayı kim sağlayacak, tan atımına bile razıysak, dudaklarımızı ıslatacağımız, gölgesinde yatışacağımız bu küçük, serin topraklar nerede bulunur? Ya da böyle bir denge imkânsız mıdır? ‘’ Dünya ‘’ hep yutularak de tüketilebilir ve o zaman bir ceylan yemiş pitonun şişmiş bedeniyle aşağı çekilir, karınlarımız üzerinde sürünürüz. Sürünme doğru bir benzetmedir, tıpkı seraplarla dolu zihin çölünde olduğu gibi. Çöl, en keskin, en bıçak arzuları bize yansıtır; su ‘’ yaşamın ‘’ anahtarı olur, aslında ölümün senaryosunu yazıp yönettiği bir filmin ‘’ motor… ‘’ sesidir. Bu ölüm, yoksunluk ve eksiklerden başka bir şey değildir.
‘’ Kendi üstüne kapanan bir evrenin ‘’ impulse’ları makineleşen arzulara dokunamaz böylelikle. Kararlılığı, akışkanlığı tanımlayan tek şey sevgidir. Dokunmasına izin verdiğimizde yatışırız, bedenlerimizin dört yönünden çıkan, gaz yağına batırılmış, her an tutuşabilecek fitilli kefenlerimiz içeri çekilir, serinleriz.
Nihayet her şey önce donmaya, ardından tüm ‘’ fikirleri ‘’ olağandışı zorlamaya başlar; küçük direnç çiselemeleri alevlerin önüne geçemez, yanma gürültüyle başlamıştır. Arzunun selinin içinde eller hiçliğe, uzatılan elleri hiçbir zaman tutamayacak yerlere uzanır. Kimse ‘’ sevgi ‘’ diyemez; onları önleyen nedir diye sorarız. Basitliği mi, sıkıcılığı mı, ayartılmalara direnen ‘‘ muhafazakârlığı mı’’ ? Hayır!.. Bizi kalbimizle baş başa bırakın büyük yalnızlığı… Her şeyden daha yakın, bir o kadar uzak olan, saklanan, her arzudan daha yakıcı istekleriyle sevgi gerçekte
‘’ zor ‘’ olandır.
Aradaki hikâyelere takılı kalmış bir sevgi gözbağcılığı dizleri karna çektirir, bedeni içe kapatır, artık her biri cinnetlerinin küllenen ateşinde biraz yatışmış cenin biçimine bürünürler; İstekleri ( sevgi ) çok basittir, çok yakında ve o kadar uzakta…
Cemil Atik