31 Mart 2012 Cumartesi

Sentetik Beyefendi



Hızla önünden geçiyor tüm cüssesi, büyük takırtılarıyla bir çöp kamyonu, uzun sentetik beyefendinin.
Az önce Arnavut lokantasından çıkmıştı; hafif sağ yanına yatarak kurulduğu pufta, kibarca okuduğu gazetesini bıraktıktan, yaşlı patronların bulunduğu masayla kısacık şakalaştıktan sonra. Tek tek aşçı, aşçı yamağı, garsona isimleri ve unvanlarıyla ‘ iyi akşamlar ‘ dileyerek, buz gibi yağmurun yağdığı caddeye çıkmıştı. Üzerinde gri, sentetik bir palto vardı. Sol eliyle zarifçe açtığı siyah şemsiyesini kapatarak, sarı bir taksiye binerek uzaklaştı.

 apriori 

28 Mart 2012 Çarşamba

Vincent




Büyük Japon yönetmen Akira Kurosawa kısa filmlerinden oluşan Dreams’de Vincent’a Japonca saygı duruşunu eksik etmemiş. Bir sadık gibi genç ressam kahramanı, soluk soluğa koşturuyor modernlerin en büyüğünün ruhunun içinde.
Her şeyin yüzeyde seyri sefer eylediği fiber optik sürat, surat, suret… Oysa Vincent’ın ruhsal belgelerinin tam karşısında, tam bir sessizlik içinde kurulacağımız bir izleyici koltuğu, onun boş sandalyesi gibi bir sandalye gerekir. O sandalye ebedi olarak giderilemeyecek bir susuzluk gibi… İşte bu yüzden oturmak gerekir ya, bir Fatiha gibi… ‘’ Baştan çıkaran bu koltuğun boşluğu seninle dolacak, bu boşluk senindi hep ‘’ der. Bekleyen ve bekleneni birleyen ki, zaman-karar sorunudur sadece aradaki edebiyat, ebedi güzellemedir. İçeriyi ve dışarıyı bir yanılsamaya dönüştürür Vincent, kendi personasını çıplak eden, BEN, BİZ, HEPİMİZ aksını devindirip, bu davete icabetimizi ister.

…’’ Yaralanmışsınız…’’. ‘’ Kendi portremi çalışıyordum, kulağım istediğim gibi olmadı, ben de kesip, attım’’ diye yanıtlar, genç Japon ressamı keskin bir jestle. Ressam ve resim ortadan kalkmıştır. Beden ruhun sanat aracıdır, kaleme yemin olsun kalem gibi, palet, boya ne ise, o işte. Acının sanal mekânını ortadan kaldırır bir kez daha. Tuvalde ya da bu boyutta acı hep aynı kalır.
Fırtınanın gözü olur Vincent, içine girmez, o olur, fırtınayı çalışır. Geçiş gerçekleşince, bir lokomotife dönüşür, ateşçisi kan ter içinde, demirini yoran bir lokomotife. Bir fabrika olmak, aklının ucundan geçmez… O hala, araçların insan ruhunun cismani yansımaları olduğu bir çağın adamıdır.

Düşünüyorum da Picasso’yu ve Gauguin’i hiç sevemedim. Bu şık beylerden hep uzak durmayı seçtim. Kişisel tarihleri, yıllar içinde üzerlerinde oluşan hikâye kabuklarının ötesinde, ruhsal-teknik bir ayrıştırma benimkisi. Tuvale yansıyan suretleriyle ünsiyetim yok.
Vincent bir köstebek gibi hep aç; bedeni göz olmuş, öğretici sosyal-kültürel gözünü sonsuza dek kaybetmiş…

Vincent ve Gauguin ikilemi Batı’da çeşitli entelektüel, tefekkür disiplinlerinde onlarca benzerini görebileceğimiz bir çatışma öyküsüdür. Batı’da Mevlana-Şems, Sokrates-Platon( henüz ortada Batı diye siyasi, düşünsel bir ayrım yoktur ) benzeri bir ateşleyici-tetikleyici düşünce haresi, tam bir ruhsal iletişim sıçraması göremezsiniz. Doğu ile ruhsal teması olmuş kim varsa bu cenahta, başı da belaya girmiştir. Doğu düşünce dünyasının şu kadim sözü onlar içindir; ‘’ gurbette olan başka bir diyarda olan değildir, kimsesiz olandır gurbetteki ‘’.

Kısaca anlaşılır bir durumdur Vincent’ın konumlanışı. Sanat olanla, salt yeteneği çarpıştıran bir dönemin şifrelerini verirler. Sanat elbette yeteneği içerir ama yeteneğin öznesi, tefekkür-temaşa yoksunuysa zanaatkârdır.

Gauguin binlerce kilometre ötede olsa da yerleşik, Vincent ise, Lahey’de, Londra’da, Paris’te, Dordrecht’te, Amsterdam’da, Arles’te gurbettedir. Hiçbir vakit temas edemeyeceği, yüzeyde ‘’sanat-antropolojik ‘’ izlenim edinmek dışında, bir cinnete dönüşmeden nüfuz edilemez primitif bir kültürün yansımasını taşır durur Avrupa’ya Gauguin. Vincent ise, ne denli çatışmalı da olsa, kadim bir izleğin takipçisidir. Şeylere temas eden, onları temaşa eden bir akrabalar grubunun üyelerindendir. Theo’ya mektuplarında personası üzerindeki kabukları adım adım nasıl soyup attığını görürüz. Bakmayı bilmekten bahseder, kişi bakmayı bilirse… Der. Bilmek; nicelik, nitelikçe gerçekten bilmek… Neredeyse fırtına olmak, ayaklarının ağırlaştığını, bir ağaç gibi toprağı yarıp, kök saldığını hissetmek… İşte o zaman Vincent da bizim gibi ‘’ kendine bir sandalye çek ‘’ diyecektir. Şimdi konuşabiliriz…

Vincent, uzay- zamanı tozlaştırır, yol-yolcu aralığını kapatır; her türden yüzüyle doğa salt Tahiti’de, Markiz Adaları’nda değildir, Arles’tedir, şıvgın verecek yumru dallarındadır hemen gözünün önündeki bahçenin.

 Cemil Atik  

17 Mart 2012 Cumartesi

Pan



Karanlığın şafağında, ilk ışıklardan doğmuş yetim bir çocuğum ben, kendi kendini büyütmüş. Sarmaşıklara gizli, şakacı çırpınışlarım; Güneş kadar neşeli, orman kadar kendinde.
Ben, Pan’ın oğlu, neşeme de, hüznüme de diyecek yok.

Sağ elimi üzerinde bir tülü aralar gibi gezdirdiğim, ayın üşüttüğü tatlı sular… Sayısız kez aksimi aradığım nehirler, göller…

Kendimden başka ayna yok bana, suretim Ben’im.

Her döllenmede parmağım var, her oynaşmada ve her sevide! Kızılcıklar kabuğa yüklendiğinde uyanırım, çoklarınız bilmez, yavaşça. Sıradanlığın acısını duyuran dualarınızla sokulurum çocuk yüreklerinize, üşümek kadar yürekli, sarmak kadar sevgi dolu… Özgürlüğü bırakırım avuçlarına, en gizli gözyaşı kahramanlarının. Aşk…
Yağmur çayırlarının ay ışığı, çiğ tanesinin gözü, yaban… Tek dem ortağım acıya, ayrılık beni bile yaralar ve kuzu postunda karanlık…

Gece çöküyor üstüme, yatırıyor karanlığa, göz oluyorum.
Şimdi söylenenleri dinleme zamanı.





16 Mart 2012 Cuma

Gezgin



Kaç ülke gezdin, kaç derin vadi, kaç çöl geçtin ne anlamı var sayıya vurunca; ta ki, içindeki uzaklara niyetin, iştiyakın olduğunda, kalbinin en derin vadilerine, en ıssız çöllerine ayak bastığında gerçek bir gezginsin sen.


İşte şimdi, dünyanın tüm tan kızıllıkları vuruyor içine, tüm nehirleri akıyor içinden, tüm kuşları şakıyor, kalbinde.



9 Mart 2012 Cuma

Mücrim


Bu dostluk daha kemalata erişmedi; şimdi o kadar hızlı, bir mermi kadar hızla uzaklaştı birbirinden, sevginin, muhabbetin sıcak güneşinden. Uzağa düştü yörüngesinin en uzak noktasında.
Başında yanıltıcı yazları, günlerin son güneşi… İçinde donmuş toprağı, her biri küçük hançerlere benzer buzları var.

Sanki yakalanmış yabancı çekimlerle, kendi samanyolunu arıyor, binlerce yıldır böyle boyun bükmüş, kendi utaritini arıyor.

Kulak verebilseydin, iniltisini duyabilirdin yalnızlığının, bu acı tevekkülün dualarını… Gizli, suskun tek damla gözyaşı mücrimin, uykusuz bırakır tüm dünyayı.

Gelip çarpsa kayan bir yıldız gibi, çıkarsa yoldan, neşeye katsa, daha donmadan.

Yol yol olmuş acının vadileri ve nehirleri var, sessiz rüzgârları, boğulmuş dağlarının cüsseleri; bekliyor yürüyecek, su verecek diye, kayaları toprak toprak, sıcak mı sıcak…

Tüm Üşüyenlere...




Beyaz çelikten örülmüş bir tül gibi atıldı soğuk; her köşeye, bucağa sızdı, bir küf gibi bu kadarı… Canı dondurur, dondururken çürütür böylesi.

Geçmiş Tüm Eylüller...

2 Mart 2012 Cuma

Son Uyarı


               Doğa, ihtiyaçlarımızı karşılayacaktır ama asla hırsımıza cevap vermeyecektir.
                                                                                                                 Kanada Yerli Sözü