Büyük Japon
yönetmen Akira Kurosawa kısa filmlerinden oluşan Dreams’de Vincent’a Japonca
saygı duruşunu eksik etmemiş. Bir sadık gibi genç ressam kahramanı, soluk
soluğa koşturuyor modernlerin en büyüğünün ruhunun içinde.
Her şeyin
yüzeyde seyri sefer eylediği fiber optik sürat, surat, suret… Oysa Vincent’ın
ruhsal belgelerinin tam karşısında, tam bir sessizlik içinde kurulacağımız bir
izleyici koltuğu, onun boş sandalyesi gibi bir sandalye gerekir. O sandalye
ebedi olarak giderilemeyecek bir susuzluk gibi… İşte bu yüzden oturmak gerekir
ya, bir Fatiha gibi… ‘’ Baştan çıkaran bu koltuğun boşluğu seninle dolacak, bu
boşluk senindi hep ‘’ der. Bekleyen ve bekleneni birleyen ki, zaman-karar
sorunudur sadece aradaki edebiyat, ebedi güzellemedir. İçeriyi ve dışarıyı bir
yanılsamaya dönüştürür Vincent, kendi personasını çıplak eden, BEN, BİZ, HEPİMİZ
aksını devindirip, bu davete icabetimizi ister.
…’’
Yaralanmışsınız…’’. ‘’ Kendi portremi çalışıyordum, kulağım istediğim gibi
olmadı, ben de kesip, attım’’ diye yanıtlar, genç Japon ressamı keskin bir
jestle. Ressam ve resim ortadan kalkmıştır. Beden ruhun sanat aracıdır, kaleme
yemin olsun kalem gibi, palet, boya ne ise, o işte. Acının sanal mekânını
ortadan kaldırır bir kez daha. Tuvalde ya da bu boyutta acı hep aynı kalır.
Fırtınanın
gözü olur Vincent, içine girmez, o olur, fırtınayı çalışır. Geçiş
gerçekleşince, bir lokomotife dönüşür, ateşçisi kan ter içinde, demirini yoran
bir lokomotife. Bir fabrika olmak, aklının ucundan geçmez… O hala, araçların insan
ruhunun cismani yansımaları olduğu bir çağın adamıdır.
Düşünüyorum
da Picasso’yu ve Gauguin’i hiç sevemedim. Bu şık beylerden hep uzak durmayı
seçtim. Kişisel tarihleri, yıllar içinde üzerlerinde oluşan hikâye kabuklarının
ötesinde, ruhsal-teknik bir ayrıştırma benimkisi. Tuvale yansıyan suretleriyle
ünsiyetim yok.
Vincent bir
köstebek gibi hep aç; bedeni göz olmuş, öğretici sosyal-kültürel gözünü sonsuza
dek kaybetmiş…Vincent ve Gauguin ikilemi Batı’da çeşitli entelektüel, tefekkür disiplinlerinde onlarca benzerini görebileceğimiz bir çatışma öyküsüdür. Batı’da Mevlana-Şems, Sokrates-Platon( henüz ortada Batı diye siyasi, düşünsel bir ayrım yoktur ) benzeri bir ateşleyici-tetikleyici düşünce haresi, tam bir ruhsal iletişim sıçraması göremezsiniz. Doğu ile ruhsal teması olmuş kim varsa bu cenahta, başı da belaya girmiştir. Doğu düşünce dünyasının şu kadim sözü onlar içindir; ‘’ gurbette olan başka bir diyarda olan değildir, kimsesiz olandır gurbetteki ‘’.
Kısaca anlaşılır bir durumdur Vincent’ın konumlanışı. Sanat olanla, salt yeteneği çarpıştıran bir dönemin şifrelerini verirler. Sanat elbette yeteneği içerir ama yeteneğin öznesi, tefekkür-temaşa yoksunuysa zanaatkârdır.
Gauguin binlerce kilometre ötede olsa da yerleşik, Vincent ise, Lahey’de, Londra’da, Paris’te, Dordrecht’te, Amsterdam’da, Arles’te gurbettedir. Hiçbir vakit temas edemeyeceği, yüzeyde ‘’sanat-antropolojik ‘’ izlenim edinmek dışında, bir cinnete dönüşmeden nüfuz edilemez primitif bir kültürün yansımasını taşır durur Avrupa’ya Gauguin. Vincent ise, ne denli çatışmalı da olsa, kadim bir izleğin takipçisidir. Şeylere temas eden, onları temaşa eden bir akrabalar grubunun üyelerindendir. Theo’ya mektuplarında personası üzerindeki kabukları adım adım nasıl soyup attığını görürüz. Bakmayı bilmekten bahseder, kişi bakmayı bilirse… Der. Bilmek; nicelik, nitelikçe gerçekten bilmek… Neredeyse fırtına olmak, ayaklarının ağırlaştığını, bir ağaç gibi toprağı yarıp, kök saldığını hissetmek… İşte o zaman Vincent da bizim gibi ‘’ kendine bir sandalye çek ‘’ diyecektir. Şimdi konuşabiliriz…
Vincent,
uzay- zamanı tozlaştırır, yol-yolcu aralığını kapatır; her türden yüzüyle doğa
salt Tahiti’de, Markiz Adaları’nda değildir, Arles’tedir, şıvgın verecek yumru
dallarındadır hemen gözünün önündeki bahçenin.