Kafka, çoğunlukla edebiyatın karanlık yüzünde, geçici, gotik, bir ergen-yetişkin bunalımıyla özdeş; ''kriz dönemlerinde'', küçük burjuvanın sahte nihilizminin sıcak şerbeti, kendi kendine pek bilinçli olarak uygulamayı seçtiği ters psikolojisidir. Bir kesimin ona bakışı bu yöndedir.
Ancak, minör metinlerinin biçtiği hiçliği taşımak öyle pek kolay değildir doğrusu. Kalpleri bir gecede kimsesiz bırakılanlar, azı dişlerini kanlar içinde kanırtarak, kendileri çekenler; tanıdık seslerin kurduğu dili artık anlayamayanlar, başka bir gezegene sürülenler, ötekinde, kendi çirkin yansımalarına dayanamayanların cana susamışlığıyla, linç teşebbüsleriyle yüz yüze gelenlerin sofrasına oturabileceği bir yazımdır, gerçektir... Bir Habil Kabil öğretisi, insanın şiddet türlerindeki yaratıcılığını işaret edendir.
...O metinlere gerçekten sokulabilmek, o soğuk cama dokunabilmek çetin bir mesele. Hem firavunuyla karşılaşınca, Musa'ymış gibi yazmak yerine, rollerin şiddeti karşısında içe ve dışa salınan tiksintiyi böcek metaforuyla imlemesi, zamanın donduğu, gözlemci ve gözlenenin tek bir şok dalgasında, bir daha asla kurtulamayacakları, bir daha hiç bir şeyin aynı olamayacağı negatif bir tekilliktir.
Karşı Sanat'taki yerleştirmede, Kafka'nın metinlerine sokulmanın güçlüğüne işaret etmiş, bir taşıyıcı paletin üstüne Kafka'nın vesikalığını, kes-yapıştırmış, işi bir odanın köşesinde, tavanından klostrofobik bir ışık olduğu halde, bir kapıyla oraya kapatmıştım. İzleyicilerin işi görmelerinin tek yolu, eğilerek, kapı deliğinden bakmaktı.
Selim İleri'nin, Halit Ziya Uşaklıgil'in talihsiz oğlu Vedat'ı daha çok merkeze aldığı araştırma-denemesini okuduğum günün gecesinde bir düş gördüm; şeffaf iki odaya tam karşıdan, çok kalın bir camın bir kesit olarak kompozisyonu ikiye böldüğü bir noktadan bakıyordum. Sağdaki odada ben, soldaki odada da Selim İleri, elleri cebinde olduğu halde, belli ki, daha önceden başlamış konuşmamızın ileri noktasında bir şeyler söylüyordu bana. Mekanı iki ayrı evrene ayıran camdan biraz geride, bir mesafede duruyorduk her ikimiz de. Edibin arkasında cama yaklaştıkça silikleşen, çok zengin bir imgelem belli belirsiz bir pelerin gibi ağır aksak salınıyordu. Ben de kendi imgelemimi sürükleyip getirmiştim, bu paralel evrene... Her birimiz kendi öznel evreninin, anlattığı, yaşadığı öykünün mahkumuydu.
O sınır neydi peki? Aşılabilir midir? Yazar ve okuyucu temasının, bu mekanın poetikasının, personasının sırrı nedir?
C. Atik
Kolaj: C. Atik