Dolayısıyla,
şimdilerde, diyelim ki Rembrandt’ı, Millet ya da Delacroix’yı, ya da her
kimseyse işte, eskisinden daha az coşkuyla sevdiğime inanmakta direnirsen
yanılmış olursun; çünkü gerçek tam tersi… Ama, anlasana işte, sevilecek,
inanılacak pek çok şey var. Shakespeare’de, Rembrandt’tan, Michelet’de Corregio’dan,
Victor Hugo’da Delacroix’dan bir şeyler bulmak olası. Ayrıca İncil’de Rembrandt’tan
bir şeyler, ya da Rembrandt’da İncil’den bir şeyler var, nasıl istersen artık?
İkisi de aynı kapıya çıkıyor- insan olayı doğru anladığı, yanlış yorumlar
yapmadığı, kıyaslamaların eşitleme anlamına gelmediğini bildiği sürece –ki bu,
özgün kişiliklerin erdemlerini azaltmak demek değildir- elbette… Bunyan’da da
Maris ya da Millet’den bir şeyler var,
Beecher Stowe’da Ary Scheffer’in izleri…
Eğer bir
adamı, resimleri inceden inceye incelediği için bağışlayabiliyorsan, kitap
sevgisinin de Rembrandt’ı sevmek kadar kutsal olduğunu kabul etmek zorundasın;
hatta ikisinin birbirini tamamladığı kanısındayım ben.
Hani Fabritius’un
bir erkek portresi vardı, bir gün birlikte yürürken Harleem Müzesi’nde görmüş,
uzun süre bakmıştık, çok seviyorum onu. Ama Dickens’in A Tale of Two Cities (İki Kentin Öyküsü)’indeki Sidney Carton’u da
seviyorum; başka kitaplardan da, az ya da çok benzerlikleriyle insanı şaşırtan,
çarpıcı örnekler verebilirim sana. Shakespeare’in Kral Lear’indeki kişilerden
biri olan Kent de bence en az Th. de Keyser’in herhangi bir figürü kadar soylu
ve üstün nitelikli –tabii, Kent ve Kral Lear çok daha eski bir dönemde
yaşamışlar o başka. Neyse, fazla uzatmayalım, Shakespeare harika bir adam! Kim
onun kadar esrarlı olabilmiş? Dili, üslubu, gerçekten de bir ressamın ateşle,
duyguyla titreyen fırçasıyla kıyaslanabilir. İnsan okumasını öğrenmek zorunda,
tıpkı görmeyi, yaşamayı öğrenmek zorunda olduğu gibi…
Kısaca,
herhangi bir şeyi inkâr ettiğimi sanmamalısın; sadakatsizliğimin içinde bile
oldukça sadığım ve değişmişsem bile aynıyım. Tek kaygım var artık: Nasıl
yararlı olabilirim dünyaya? Bir amaca hizmet etmem, iyi bir şeyler yapmam olası
mı? Daha çok öğrenmenin, kimi konuları daha derinden incelemenin yollarını
nasıl bulabilirim? Görüyorsun, hiç durmadan kafamı meşgul eden bu. Derken
kendimi yoksulluk yüzünden dört yandan kuşatılmış hissediyorum, ulaşamayacağım
kadar uzakta olan belirli işlerin belirli gerekli şeylerin dışına itildiğimi
duyuyorum. Melankoliden kurtulamamamın nedenlerinden biri bu işte; sonra,
dostluğun, güçlü, ciddi sevgilerin olabileceği yerde bir boşluk buluyor insan
içinde, moral enerjisini kemiren bir düş kırıklığı duyuyor; sanki yazgı,
sevecenlik içgüdülerine karşı bir barikat kurmuş, içimde bir iğrenme seli
yükselip beni boğacak gibi oluyor. Ve haykırıyorsun: ‘’ Daha ne kadar sürecek
bu Tanrım!’’
Peki, başka
ne diyeyim? İçimizden geçen düşünceler dışarıdan görünüyor mu ki? İnsanın
ruhunda koca bir ateş yanıyor olabilir, ama hiçbir zaman kendi kendisini
ısıtamaz onunla; gelip geçenlerse yalnızca bacadan çıkan cılız dumanı görürler
ve yollarına devam ederler. Şimdi bak, yapılması gereken şu: İçindeki o ateşi
körüklemeli kişi, kendi kendine yeterli olmalı, büyük bir sabırsızlıkla, ama
gene de sabırla birinin gelip o ateşin yanına oturacağı –belki de hep orada
kalmak üzere- saati beklemeli. Tanrı’ya inanan kişi, önünde sonunda, er geç
gelecek olan o saati beklemesini bilmeli.
Şimdilik,
görünüşe göre, her işim kötüye gidiyor, bu durum epeydir sürüyor üstelik,
gelecekte de bir süre aynı olacağa benzer; ama her şeyin düzeleceği bir vakit
de gelebilir. Bu ille de olacak demiyorum, belki de hiçbir zaman olmayacak. Ama
iyiye doğru bir gelişme olursa, bunu bir kazanç sayar, rahatlarım ve derim ki:
Nihayet! Görüyorsun ya, bir şeyler varmış! Sen de diyeceksin ki belki: ‘’
Çekilmez bir adamsın, din konusunda akla uzak düşüncelerin, çocuksu vicdani
kuşkuların var.’’ Düşüncelerim akla uzak ya da çocuksuysa, onlardan kurtulmayı
umuyorum, daha iyisini istediğim yok. Bu konuda ne düşündüğüme değgin bir ufak
ışık sana: Souvestre’in Philosophe sous les
Toits (Damlar Altındaki Filozof)unda bulacaksın bunu. Halktan bir adamın,
zavallı, basit bir işçinin kendisini kendi ülkesinde nasıl gördüğünü… ‘’Belki
de kendi ülkenizin ne olduğunu hiç düşünmediniz,’’ dedi adam elini omzuma koyarak;
‘’çevrenizi saran her şeydir; sizleri yetiştirmiş, beslemiş olan, sevmiş
olduğunuz her şey –gördüğünüz şu tarlalar, şu evler, şu ağaçlar, gülerek
yanınızdan geçip giden şu kızlar, ülkeniz bunlar işte. Sizi koruyan yasalar, emeğiniz
karşılığında kazandığınız ekmek, söylediğiniz sözler, halkımızdan ve arasında
yaşadığınız şeylerden size gelen sevinç ve acı, ülkeniz bu işte! Bir vakitler
annenizi gördüğünüz küçücük oda, onun size bıraktığı anılar, artık altında
dinlendiği toprak, ülkeniz bu işte. Onu her yerde görüyor, havasını
soluyorsunuz! Haklarınızın ve görevlerinizin, sevgilerinizin ve
gereksinimlerinizin, anılarınızın ve şükranlarınızın bir hesabını yapın,
hepsini aynı ad altında toplayın, o ad vatanınızın adıdır.’’
Aynı şekilde,
insanlarda ve yaptıkları işlerde gerçekten iyi ve güzel olan, içsel ahlak
taşıyan, tinsel ve harikulade güzellikte ne varsa Tanrı’dan geldiğine
inanıyorum öte yandan, insanlarda ve yaptıkları işlerde kötü ve yanlış olan
şeyler Tanrı’dan değil bence, Tanrı hiçbirini onaylamıyor.
Bir de, her
zaman düşünmüşümdür ki, Tanrı’yı tanımanın en iyi yolu pek çok sevmektir. Bir
dostu sev, karını sev, bir şeyi, canın ne istiyorsa onu sev, bildiğinden daha
fazlasını bilmenin doğru yoluna girmişsin demektir. Ben böyle diyorum. Ancak,
ulu, ciddi, mahrem bir duygu birliğiyle sevmeli kişi, tüm gücü ve aklıyla
sevmeli, daha derinden, daha iyi, daha çok öğrenmeye çalışmalı. Böylesi bir yol
Tanrı’ya götürür, sarsılmaz imana götürür.
Bir örnek
vereyim sana: Biri Rembrandt’ı seviyor diyelim, ama ciddi seviyor, o kişi Tanrı’nın
var olduğunu bilir ve derinden inanır. Biri Fransız Devrimi’nin tarihini
inceliyor diyelim, o kişi imansız olamaz, en büyük şeylerin gerisinde de tanrısal
bir erkin kendini gösterdiğini anlar.
Belki de
adamın biri, kısa bir süre içinde elemler üniversitesinde ücretsiz dersler
izlemiş, bu arada gözleriyle gördüğü, kulaklarıyla işittiği şeylere iyi dikkat
etmiş ve bunlar üzerinde düşünmüş; o da sonunda imana varacaktır, belki de
anlatamayacağı kadar çok şey öğrenmiş olacaktır. Büyük sanatçıların, gerçek
ustaların, başyapıtlarında bize söylemek istediklerinin gerçek anlamını
kavramaya çalışmak da insanı Tanrı’ya götürür. Biri kitabında yazmış ya da
söylemiş diyeceğini, öteki ise yaptığı resimde. Sonra, sırf İncil’i oku, o
zaman düşünürsün işte, çok düşünürsün, her zaman düşünürsün… İyi ya, çok düşün,
her zaman düşün, o zaman sen bilincine bile varmadan düşüncelerin olağan
düzeyin üstüne çıkar. Okumasını biliyoruz ya, okuyalım öyleyse!
Devam edecek…