19 Nisan 2012 Perşembe

Theo'ya Mektuplar / Cuesmes, Belçika, Temmuz 1880 - 3



Dolayısıyla, şimdilerde, diyelim ki Rembrandt’ı, Millet ya da Delacroix’yı, ya da her kimseyse işte, eskisinden daha az coşkuyla sevdiğime inanmakta direnirsen yanılmış olursun; çünkü gerçek tam tersi… Ama, anlasana işte, sevilecek, inanılacak pek çok şey var. Shakespeare’de, Rembrandt’tan, Michelet’de Corregio’dan, Victor Hugo’da Delacroix’dan bir şeyler bulmak olası. Ayrıca İncil’de Rembrandt’tan bir şeyler, ya da Rembrandt’da İncil’den bir şeyler var, nasıl istersen artık? İkisi de aynı kapıya çıkıyor- insan olayı doğru anladığı, yanlış yorumlar yapmadığı, kıyaslamaların eşitleme anlamına gelmediğini bildiği sürece –ki bu, özgün kişiliklerin erdemlerini azaltmak demek değildir- elbette… Bunyan’da da Maris ya  da Millet’den bir şeyler var, Beecher Stowe’da Ary Scheffer’in izleri…

Eğer bir adamı, resimleri inceden inceye incelediği için bağışlayabiliyorsan, kitap sevgisinin de Rembrandt’ı sevmek kadar kutsal olduğunu kabul etmek zorundasın; hatta ikisinin birbirini tamamladığı kanısındayım ben.

Hani Fabritius’un bir erkek portresi vardı, bir gün birlikte yürürken Harleem Müzesi’nde görmüş, uzun süre bakmıştık, çok seviyorum onu. Ama Dickens’in A Tale of Two Cities (İki Kentin Öyküsü)’indeki Sidney Carton’u da seviyorum; başka kitaplardan da, az ya da çok benzerlikleriyle insanı şaşırtan, çarpıcı örnekler verebilirim sana. Shakespeare’in Kral Lear’indeki kişilerden biri olan Kent de bence en az Th. de Keyser’in herhangi bir figürü kadar soylu ve üstün nitelikli –tabii, Kent ve Kral Lear çok daha eski bir dönemde yaşamışlar o başka. Neyse, fazla uzatmayalım, Shakespeare harika bir adam! Kim onun kadar esrarlı olabilmiş? Dili, üslubu, gerçekten de bir ressamın ateşle, duyguyla titreyen fırçasıyla kıyaslanabilir. İnsan okumasını öğrenmek zorunda, tıpkı görmeyi, yaşamayı öğrenmek zorunda olduğu gibi…

Kısaca, herhangi bir şeyi inkâr ettiğimi sanmamalısın; sadakatsizliğimin içinde bile oldukça sadığım ve değişmişsem bile aynıyım. Tek kaygım var artık: Nasıl yararlı olabilirim dünyaya? Bir amaca hizmet etmem, iyi bir şeyler yapmam olası mı? Daha çok öğrenmenin, kimi konuları daha derinden incelemenin yollarını nasıl bulabilirim? Görüyorsun, hiç durmadan kafamı meşgul eden bu. Derken kendimi yoksulluk yüzünden dört yandan kuşatılmış hissediyorum, ulaşamayacağım kadar uzakta olan belirli işlerin belirli gerekli şeylerin dışına itildiğimi duyuyorum. Melankoliden kurtulamamamın nedenlerinden biri bu işte; sonra, dostluğun, güçlü, ciddi sevgilerin olabileceği yerde bir boşluk buluyor insan içinde, moral enerjisini kemiren bir düş kırıklığı duyuyor; sanki yazgı, sevecenlik içgüdülerine karşı bir barikat kurmuş, içimde bir iğrenme seli yükselip beni boğacak gibi oluyor. Ve haykırıyorsun: ‘’ Daha ne kadar sürecek bu Tanrım!’’

Peki, başka ne diyeyim? İçimizden geçen düşünceler dışarıdan görünüyor mu ki? İnsanın ruhunda koca bir ateş yanıyor olabilir, ama hiçbir zaman kendi kendisini ısıtamaz onunla; gelip geçenlerse yalnızca bacadan çıkan cılız dumanı görürler ve yollarına devam ederler. Şimdi bak, yapılması gereken şu: İçindeki o ateşi körüklemeli kişi, kendi kendine yeterli olmalı, büyük bir sabırsızlıkla, ama gene de sabırla birinin gelip o ateşin yanına oturacağı –belki de hep orada kalmak üzere- saati beklemeli. Tanrı’ya inanan kişi, önünde sonunda, er geç gelecek olan o saati beklemesini bilmeli.

Şimdilik, görünüşe göre, her işim kötüye gidiyor, bu durum epeydir sürüyor üstelik, gelecekte de bir süre aynı olacağa benzer; ama her şeyin düzeleceği bir vakit de gelebilir. Bu ille de olacak demiyorum, belki de hiçbir zaman olmayacak. Ama iyiye doğru bir gelişme olursa, bunu bir kazanç sayar, rahatlarım ve derim ki: Nihayet! Görüyorsun ya, bir şeyler varmış! Sen de diyeceksin ki belki: ‘’ Çekilmez bir adamsın, din konusunda akla uzak düşüncelerin, çocuksu vicdani kuşkuların var.’’ Düşüncelerim akla uzak ya da çocuksuysa, onlardan kurtulmayı umuyorum, daha iyisini istediğim yok. Bu konuda ne düşündüğüme değgin bir ufak ışık sana: Souvestre’in Philosophe sous les Toits (Damlar Altındaki Filozof)unda bulacaksın bunu. Halktan bir adamın, zavallı, basit bir işçinin kendisini kendi ülkesinde nasıl gördüğünü… ‘’Belki de kendi ülkenizin ne olduğunu hiç düşünmediniz,’’ dedi adam elini omzuma koyarak; ‘’çevrenizi saran her şeydir; sizleri yetiştirmiş, beslemiş olan, sevmiş olduğunuz her şey –gördüğünüz şu tarlalar, şu evler, şu ağaçlar, gülerek yanınızdan geçip giden şu kızlar, ülkeniz bunlar işte. Sizi koruyan yasalar, emeğiniz karşılığında kazandığınız ekmek, söylediğiniz sözler, halkımızdan ve arasında yaşadığınız şeylerden size gelen sevinç ve acı, ülkeniz bu işte! Bir vakitler annenizi gördüğünüz küçücük oda, onun size bıraktığı anılar, artık altında dinlendiği toprak, ülkeniz bu işte. Onu her yerde görüyor, havasını soluyorsunuz! Haklarınızın ve görevlerinizin, sevgilerinizin ve gereksinimlerinizin, anılarınızın ve şükranlarınızın bir hesabını yapın, hepsini aynı ad altında toplayın, o ad vatanınızın adıdır.’’

Aynı şekilde, insanlarda ve yaptıkları işlerde gerçekten iyi ve güzel olan, içsel ahlak taşıyan, tinsel ve harikulade güzellikte ne varsa Tanrı’dan geldiğine inanıyorum öte yandan, insanlarda ve yaptıkları işlerde kötü ve yanlış olan şeyler Tanrı’dan değil bence, Tanrı hiçbirini onaylamıyor.

Bir de, her zaman düşünmüşümdür ki, Tanrı’yı tanımanın en iyi yolu pek çok sevmektir. Bir dostu sev, karını sev, bir şeyi, canın ne istiyorsa onu sev, bildiğinden daha fazlasını bilmenin doğru yoluna girmişsin demektir. Ben böyle diyorum. Ancak, ulu, ciddi, mahrem bir duygu birliğiyle sevmeli kişi, tüm gücü ve aklıyla sevmeli, daha derinden, daha iyi, daha çok öğrenmeye çalışmalı. Böylesi bir yol Tanrı’ya götürür, sarsılmaz imana götürür.

Bir örnek vereyim sana: Biri Rembrandt’ı seviyor diyelim, ama ciddi seviyor, o kişi Tanrı’nın var olduğunu bilir ve derinden inanır. Biri Fransız Devrimi’nin tarihini inceliyor diyelim, o kişi imansız olamaz, en büyük şeylerin gerisinde de tanrısal bir erkin kendini gösterdiğini anlar.

Belki de adamın biri, kısa bir süre içinde elemler üniversitesinde ücretsiz dersler izlemiş, bu arada gözleriyle gördüğü, kulaklarıyla işittiği şeylere iyi dikkat etmiş ve bunlar üzerinde düşünmüş; o da sonunda imana varacaktır, belki de anlatamayacağı kadar çok şey öğrenmiş olacaktır. Büyük sanatçıların, gerçek ustaların, başyapıtlarında bize söylemek istediklerinin gerçek anlamını kavramaya çalışmak da insanı Tanrı’ya götürür. Biri kitabında yazmış ya da söylemiş diyeceğini, öteki ise yaptığı resimde. Sonra, sırf İncil’i oku, o zaman düşünürsün işte, çok düşünürsün, her zaman düşünürsün… İyi ya, çok düşün, her zaman düşün, o zaman sen bilincine bile varmadan düşüncelerin olağan düzeyin üstüne çıkar. Okumasını biliyoruz ya, okuyalım öyleyse!



Devam edecek…