Toplumla ilişkisi, kişisel üretimi, *0.8 Zetabaytlık sağır bir “kolektivizmle” anlamlandırılan-tanımlanan ve nihayet indirgenen birey, özgeci yaratımını aracısız paylaşıma sunmakta, bunu duyurmakta hiç bu kadar zorlanmamıştı.
Üretim araçlarının ülkelerin sınırlarını zorlayan büyüklükleri, aynılığın salgınına dönüştüğünde “bireyin” bu dev ölçeklerde nerede konumlanacağının, nasıl bir insana dönüşeceğinin kehanetinde bulunan ilk Nietzsche’ydi kuşkusuz. Nietzsche, ‘Üst-İnsan’ın kendisinden yüzyıl sonra geleceğini muştulamasına rağmen, erken vehmin faşizmin gerekçesi olması, politikanın bu verimli kaynağı kullanmaması düşünülemezdi. Zarathustra’nın sırlı müjdesini verdiği, “tarihin” atölyesinde kaçınılmaz olarak tasarlanan, ‘iyinin ve kötünün ötesinde’ varolmaya itilen ya da bunu seçen ‘adam’ nasıl biriydi? Öyle sınırları zorlanmış bir hayatın uçurumundan dönebilen biri olmalıdır ki bu, Walter Benjamin’ in “gelişmesini” acze düşmüşlük içinde gözetleyen bir çift gözü olmamalıdır onun.
Uçmaya hazırdır kanatlarım
Dönmek isterdim elbet geriye
Çünkü o zaman canlı olarak bile kalsaydım
Azalırdı şansım yine de.
(Gerhard Scholem, Angelus’tan Selam)
“Klee’nin Angelus Novus adlı bir resmi vardır. Bir melek betimlenmiştir bu resimde; meleğin görünüşü, sanki bakışlarını dikmiş olduğu bir şeyden uzaklaşmak ister gibidir. Gözleri, ağzı ve kanatları açılmıştır. Tarihin meleği de böyle gözükmelidir. Yüzünü geçmişe çevirmiştir. Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felaket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yığıp, onun ayakları dibine fırlatan bir felaket. Melek, büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öylesine güçlüdür ki, melek artık kanatlarını kapayamaz. Fırtına onu sürekli olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler; önündeki yıkıntı yığını ise göğe doğru yükselmektedir. Bizim ilerleme diye adlandırdığımız, işte bu fırtınadır.” Walter Benjamin
‘Üst-İnsan’ asla ideolojilerin hiçbirinin tezgahında seri-üretilmiş bir kurmaca “birey” değildir. ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’, doğal olarak onun gizini sıradan gözlerden saklamayı başarmış metinlerin bütünüdür. Diyonisosçu palyaçoluklarla açıklanmaya çalışılması, ‘Üst-İnsan’ın ince bir buz üzerinde inşa edilen baskıcı ilk tanımına cila çekmektir hepsi bu. Ne insan’ın karikatürüdür, ne heccav bir Yunan arketipi, ne de hazzın tekerliği kırılmış, yokuş aşağı denetimsiz sürüklenen kötücül arabası. Yazarının insan olmanın getirdiği küçük zaafları taşıyor olmasıyla, yazılarında geleceğini duyurduğu insan arasında benzeşen ya da bütünüyle ayrılan yanları netlikle çözümlemek için artık çok geç; “Tanrı’nın ölümünden” hemen sonra o da yaşamını noktalamıştır. Sorunlu Biyografilerden birinin de Nietzsche’ninki olması mümkündür bu noktada. Yazılarını temel alarak, Diyonisosçu bir sergüzeşttir başlarda ama ya attığı “çalım” ne olacak; her şey tam da bu kısacık an’da olup bitmişti, Üst-İnsan’ın şavkı yüzüne vurmuş ve ardından geldiği gibi gitmiştir sessizce... Nietzsche’yi kara sevdaya düşüren bir düş, çağların en zaliminde, nükleer karda açan bir kardelen, diren geç bir yengeç…
Stanley Kubrick’in “A Clockwork Orange” filmindeki Alex’i, tam bir zamane palyaçosudur, sahibi olduğu Beethoven’in metal büstü gibi sanatın ruhuyla arasında özdekçi bir ilişkiden öte bir şey yoktur. Sanrı, vehim, vahiy taklitçiliğidir adı, kahince derinlikten yoksun, yükselmek isterken kendi üzerine çöken bir çamur... Alex, dönüştürücü işkence altında bile artık “yaratıcı muhalefetin” popüler imgelerinden birine evirilmiş Beethoven’i korumaya çalışır. Oysa F. Nietzsche baba evini terk etmiştir, Wagner’i, müziğin insanın biricik kurtuluşu olduğu gevezeliğini yapmaya devam ederken. Alex, uzlaşır ve “kurtulur”; yıkıcı muhalefeti, kamusal şiddetin bütünü içinde “normalleştirilir”, çünkü insan buna daha fazla direnemezdi. Kubrick’in başarılı yürüyen öyküsü, Diyonisosçu edime bir eleştiri olmanın yanında, belki de kurmaca Üst-İnsan’ın sürükleneceği parçalanmaya da işaret etmektedir. Nietzsche’yi antik türkülerle kendine doğru sürükleyen “SİREN” nedir o halde, onun “kısacık” başarısının sırrı?.. O mefkure, sırlı temas, Üst-İnsan’dır, bir meczup gibi ruhunu kayalara vurup yaralayan. Bengi Dönüş, şamar oğlanına dönmüş ruhların samsarası değildir onda. Tennessee Williams’ın betimlemesiyle dalga olabilmektedir keramet, kayalık için bir tül sadece; dalga geri çekilir, geri gelir sonra. Bedene bağımlı olmayan bir sonsuzluk alıştırmasının sınırsızlığı içinde ayakta durabilen ‘Zeitgeist’in batınıdır, en çok... Birey kendi içine doğru çöktüğünde, parçalanamaz olandır, artık çorbaya dönmeyecek olan. Ama özün, harlı bir çift göze dönüşmesi önlenemez artık, baktığında yakıp kavuracaktır. Batının canda tecellisi, yapıp etmenin hikmetine yelken bastığında tüm ikilem ortadan kalkar böylelikle. Piramidal kayanın üzerinde Nietzsche işte bu “teslim olmuşluğa” dokunmuştur. Belki de ebedi huzuru, sükuneti duyumsadığı tek an’dır o; özgürlüğün vecdi aştığı, anlatılamaz bir memnuniyetle her şeyin geri geldiğini kavradığı aydınlık hal. Kutsanacak, lanetlenecek hiçbir şey kalmamıştır, bilginin tekil hali karşısına dikilivermiştir, bilincin “melekleştiği” saf, katıksız bir iç içeliğin kendi kıyılarını dövdüğü bir ipek... Mekanın poetikası, analojisi ve tabii ki, ontolojisinin derisini sıyıran bir an’lık ermiştir o. Varoluşundan yüzyıl sonra gelecek “meleksi” insanın tarifini aldığı an, o an’dır, tanrılardan ateşin çalındığı o an’daki gibi. Belki Prometeus’la biraz yakınlaşmıştır burada, ancak Nietzsche “pasif direnişi”, zihinsel üretimin karşı konulamaz ‘yabancılaştırma’ yeteneğinde bulmuştur. Sıradan insana biçilen rolü görmüş, Kuşku Çağı’nın insana tek önerisinin bu olduğunu kavramıştı. Evren ve sonsuzlukla göz göze geldiği o an, öznenin ömrünü heba edebileceği bir tutkuydu artık onun için. Ancak, burada daha öncü söylenmemiş, söylendiği ya da yazıldığına tanık olmadığım önemli bir ayrıntı hep atlanmış görünmektedir; piramidal taş “yalvaç”ın gezintiye çıktığı gölün yakınlarındadır, kısaca ‘insana ait bir yargı taşımayan’ doğanın içinde. Doğa tek bir mekandır, henüz bölünmemiş ve korkuyla parçalanarak aynılaştırılmamıştır. Onunla ilgili tek bir tanımı ya da yargısı olmayanın önceleri insan olması ne garip... Cennetten kovuluş, ‘bilgisiz, yargısız şimdiden’ kopuşa itilen insana verilen ne büyük ceza… Doğada telkin ve tedbir bulan filozof, kentte bir meczuba dönüşüverir. Ödipal bir savaşın geçtiği yerlerdir kentler, doğa ise rahme geri dönmektir. Marx’ın ‘gerçek refah toplumu’ deyip geçtiği zamanın, salt iktisadi sistemini kaydetmekle kalmayıp, ruhunu da getirir Nietzsche. ‘Gerçek refah toplumu’ tanımı da bu yüzden sorunlarla doludur ya; Atina Kent Devleti bir türlü istediğini vermez ona. Düşünürlerin yönettiğini düşlediği bu dünyayı kölelerin emekleriyle ayakta tutması bize çelişkili gelebilir ancak, onun için bir iç denge olup çıkar. Burada ironik bir analojiye sürüklenmemizin istenmesi de muhtemel… Bu bahis şöyle özetlenebilir;kentle (parçalanma-aynılaşma), doğa (özgürlük-yargısızlık) arasında çatışmalı bir çift gözdür onunkisi.
Kuşku Çağı insanı Nietzsche’nin müjdelediği Üst-İnsan değildir, ancak gübresi olacaktır. Doğayla ilişkisi kopma noktasına çoktan varmış günümüz insanının, doğayı kentte kurmaya çabalaması onun kıyametine, en hafif tabirle cehennemine dönüşüvermiştir. En beterinden “Diyonisosçu ların” çağıdır bu çağ. Nietzsche’nin kölelerinin kendilerini Üst-İnsan oldukları kuruntusuna kaptırdığı zamanların şafağı çoktan söktü. İnsanlık uzun ve sıcak bir öğlen güneşinin tadını çıkarıyor gibidir ama gece de çökmek üzeredir. Genişlediği ya da belki de küçüldüğü söylenen evrenin, insanın küçülmesiyle bir ilişkisi var mı bilinmez ancak kurmaca “bireyin” tüm koşullanmışlıkları içinde, açlıktan kusmaya dönüş yaptığını söylemenin de zamanıdır artık. Selma Akın’ın bir sohbetimizde dediği gibi; “Nietzsche’ye koşulsuz bir “Diyonisosçuluk” atfetmek, satır aralarında pornografi yapmaktır”.
Cemil Atik