23 Eylül 2008 Salı

Neyin Başlangıcı?


Neyin başlangıcı?

Herkesin malumu; Reagan –Thatcher aksında doktirinize edilen, serbest piyasa kuramı musalla taşında. Piyasanın kendi koşullarının bir tür evrim mantığı ile mutlaklaştırıldığı bir düzendi. Şimdilerde işin içinde saklı ikiyüzlülük görünür oldu; cenazeyi, düzenin devamı için ayak bağı olarak görülen devletin kaldırmasının istenmesi… Liberal kapitalizmin kodamanları birer birer Amerikan Merkez Bankası’nın sahte kanatları altına nasılda sıvışıveriyorlar. Ama hep bize aksini vaaz etmemişler miydi? Bakınız; Kemal Derviş’li yıllar…Bugün de bizde, batı cephesinde, değişen bir şey yok.

Kamu yararının, sözüm ona yine kamu yararına iğdiş edildiği, ‘’ köpeksiz ‘’ küresel köyde değneksiz dolaşıldığı bir dönemi soluyoruz. Serbest piyasa dinamikleri ( dinamitleri belki de ) paranın ve sermayenin önünü açmak için dünyada girilmedik ülke, kent, ilçe, kasaba, köy, mecra bırakmadı. ‘’ Yatırım ‘’ Bankacılığının küresel dolandırıcılığın amiral gemisi olduğu artık aşikar, gemi yan yattı, parlak çocuklar sahile vurdu…

Yatırım Bankacılığı, temelde küçük, orta yada büyük işletmelerin, yatırımcı sanayicilerin ekonomik danışmanlığını, yatırımların maliyet analizlerini yapmak amacını gütmeliydi ama öyle olmadı. Hiçbiri, sofistike, kuramsal analiz yazılımlarıyla donatılmış bilgisayarlarının önünden kalkıp, ultramodern ofislerinden çıkmak, hakiki üretim aşamalarının doğru noktalarında konumlanmak üzere kurgulanmamışlardı. Müşterisinin fabrikasında, küçük atölyesinde, nihayetinde ekmek kapısında, işletmenin hedefini, düşlerini gerçekleştirmek, beyaz yakalarına sıçrayabilecek, emeğin yağını, kirini, pasını, tozunu onurla taşımak, onun bir parçası olmak gibi bir ilke de taşıyor değillerdi. Hakikatin sanalla değiş tokuş ettirildiği proto-stereo tipler; tefecilerin inançlı kumarbazları…

‘ Kimseyi hor görme ama kötüyü de hoş görme ‘. Bu bizim deruni felsefemizin yürek cümlesi, bir bildirge… Yaşananlardan yeryüzündeki hiçbir insana mutluluk çıkmayacak ne yazık ki. Kimilerinin söylediği gibi yaşananlar salt Amerikan kapitalizminin krizi de değil üstelik. Riski satın alma, mevduat garantisi, pek yabancı gelmemiş olmalı sizlere. ‘’Ekonomik krizimizde’’, ocağı sönenlerin, intihar edenlerin istatistikleri yok ortada, bari rakamlarda anılmalarına izin verilseydi.

Şimdilerde bize sadece ibretle izlemek düşüyor. Asıl sorulması gereken, krizin neyin sonu olduğu değil, neyin başlangıcı olabileceği. Herkesin biraz zaman ayırıp, düşünmesi gerekiyor. Bu yazının sahibinin bir ekonomist olmaması sizi cesaretlendirebilir umarım. Çünkü başka ölçü, ilke tanımadan, ehline değil ‘’ işi uzmanına ‘’ bırakmanın sonuçlarını yaşıyoruz.

Yaşamlarımızın sorumluluğu, kim ne derse desin bizlere aittir, bundan kaçamayız.


Cemil Atik

21 Eylül 2008 Pazar

Kirazın Tadı


Kirazın Tadı

Bir Abbas Kiarostami Filmi Üzerine Deneme


Kuşkusuz insan dramının düşünlük ve eylemlik kategorilerinden birisi intihar; romantikler için yaşama coşkunluğunu da içeren korkusuzluğun, aşkın ebediliğinin manifestolarından birisi olageldi. Her şok gibi bu eylemin de örtülü-açık bir amacı vardı. Kendini öldürme üzerine hemen herkes ya bir şeyler duymuş ya da yazmıştı. Dedikoduların baskın çoğunluğu kişi ya da grupları intihara iten sebepler ve bu eylemden beklentileri dolaşımında ilerliyordu. Kimi filozoflarsa ‘’felsefi intihar’’ kavramı üzerinde sona varmış düzeltmelerle nihai dışavurumlarını yapmak üzereler…


Kiarostami filmi işte bu her şeyin bittiği, logosun noktayı koyduğu yerden bayrağı devralıyor. Schopenhauer’in akli gerekirciliği götürdüğü noktaya kadar takipçisi, o büyük soru anındaysa indeterminist bir tutum belirliyor. Soru yine bize kalmıştır…


Erek peşimize gölge olarak düştükçe çok sessiz gidemez insan. O tanığı arayan bir adamın öyküsü bu; ‘’hiçliğe’’ karışmadan önce zaman dışı bir izlenimi kendi sonsuzluğuna karıştırma fikri, isteği, büyük ‘’arzusu’’ içindeki. Son’un son kurgusu… Açılacağı varsayılan bir kapıdan geçmek, acıyı bitirmek… Bu akıl oyununu bitirmek ister adam, amacı konusunda görünür bir şüphesi yokmuşçasına soğukkanlıdır. Sadece ‘’küçük’’ bir çıkmazda sıkışıp kalmıştır hepsi bu! Onaylanarak yüreklendirilmeye ihtiyaç duyar. Son bir kötülüğü ortaya çıkartacak, böylelikle gerekçesiyle ilintili logosu tamamlayacaktır. Parası ve arazi aracı dışında adam hakkında bilgi verilmez; klasik bir yanılgıya düşmek, adamı zengin ve mutsuz ikilemine sıkıştırmak sahneler ilerledikçe imkânsız hale gelir. Ailesi, geçmişi, inançları hakkında hemen hiçbir şey bilmediğimiz bir adamdır bu. Daha çok o sorar tanık adaylarına… Çoktan seyirciyi aracın ön koltuğuna oturtmuştur Kiarostami. Bize buradan intihar olgusu üzerinde daha derinlikli bir düşünme, sorgulama önerisi getirir. Ne var ki bu, kendi başımıza yapacağımız bir iç araştırmadır.


İntiharın da yaşama kararı kadar trajikomik olabileceğini söylemek ister gibidir. Filmdeki tek gülmece iki karşıtlık arasında kalmış insanın psikolojik seçimlerinden doğar. Gülmece, tanık adaylarından yaşlı adamın başarısız bir intihar girişiminden çıkar. Kendini asacakken ağaçtaki meyveye gözü ilişir, uzanır ve tadar onu. Karısının kendisini çağıran sesiyle ölme arzusu iyice uzaklaşır zihninden. ‘ Deneyim atomu’ geri dönüşsüz biçimde yaşlı adamı dönüştürdüğü gibi, benzer deneyin üzerinde söz söyleme hakkını da ona verir. Böylesine belirsiz bir alanda deneyim ( logos ), diğer her alandakilere benzer ağırlığını hissettirir.


Öteye ait bütün kategorik korkular sadece birer örtüdür. Asıl korkunun kaynağı, aklın fantezilerinin, aklın kendisinin üretimi olduğu hakikatinin zihinde bir görünüp bir kaybolmasıyla açığa çıkar; ‘’ beni intihara götüren nedenler nedir, bunların ne kadarı ya da hangisi gerçek ‘’. Dehşetin ‘’öteden ‘’ değil de aklın deneyiminin hakikatinden türediği açıksa, bunun bir gösteri, bir cezalandırma olacağı zihinde görünür olur. Boyun eğen, geri çekilerek kendini yok etmeyi tasarlayan arzu, intiharla kendine karşı umutsuz bir terör eylemine girişir. Diğer arzuları da determine etmeyi düşleyen bir iç plan işler böylesi kendini öldürmede.…


Filmin alegorik anlatım üslubu, göndermeleri, felsefe evreninin temel sorularına işaret eder. Arzu ve istenç duyulmadan yapılmak zorunda, yaşanmak zorunda hissedilen her iş ve hayatın bir tür ölümü hak edip, etmediği sorusundan başlar film, daha ilk sahnelerde. Genç bir askerle özdeşleşen istencini yitirmiş, ölmek üzere olan arzudur. Mesleği yoksulluğundan dolayı seçtiğini öğreniriz. Neden önce genç ve zoraki seçtiği mesleğiyle mutsuz bir asker ile başlarız? Değişim, dönüşüm için gereken istenci genç asker de gösterememiştir, tıpkı filmin kahramanı gibi. Askerde var olduğunu düşündüğü öfkeyi, acıyı Faustvari manevralarla açığa çıkartmayı umar. ‘ Acının altın kınında hasedin hançeri saklıdır ‘ çünkü. Burada ikili, cılız bir umut sezeriz; gençliğin heba edilen gücüne seçimleri sunarak güç katmak, kendi gençliğinin olasılıklarına ağıt yakmak…


Çok cılız bir bitki örtüsünün kapladığı tepelere akşamüzeri araçla tırmanmaya başlarlar. Diyalogların kışkırtıcı muğlâklığı ve tırmanış sahnelerinin uzunluğu, kuru toprağı ezen tekerleklerin çıkarttığı sesler izleyiciyi melankolik bir saplantıya sürüklercesine karşısında çakılı bırakır. Kalbi ezen bir bunaltıya, kahramanın kararının ağırlığına böylelikle tanık oluruz, olabildiğince. İkna yeteneği, gösterdiği çaba olağanüstüdür. İntihar gerekçelerinin tartışılmasına izin vermez. Buraya dokunulmamasında ısrarcıdır. Tanık adaylarının yaşama karşı gösterdikleri yılgınlık, çaresizlik onun larvalarını bırakacağı uygun ruhsal habitatlar olur. Sözlerinin akıp döküldüğü yer hipnotik bir alandır, bunu çok iyi kullanır. İlaç içip bir uçurumun dibindeki kuyuya girecektir. Tanıklarından son isteği sadece söz vermeleridir; arazi aracını ve önerdiği parayı alıp gidebilirler. Ertesi gün buraya gelecek, adamın adını üç kez yüksek sesle seslendirecekler, cevap gelmezse, kuyunun üstünü toprak atarak örtecek, cevap verilirse adamı kuyudan çıkartacaklardır. Yine de araç ve para önerisi geçerlidir. Beklenmeyen olur hep, genç asker yardan aşağı gözle seçilebilecek uzaklıktaki birliğine doğru hızla kaçar.


Afganlı taş madeni işçisi de reddeder onu. Gerekçeleri dinsel referanslar olur. O da bu referansları tanık adayına yansıtır. İranlı bir Türk olan yaşlı adam kendi deneyimiyle açılan bilgiyi ona sunar. Çok küçük bir şeyin, bir tadın izleniminin peşinden yaşam nehrinde akmayı seçmiştir. Bu küçük uyaran onu yeniden var etmiş sayılabilir. Meyve kavramıyla özdeşlik olarak tat, renk, koku başlı başına bir deneyim alanını, onun bilgisini zihne ve bedene taşıyarak, ara bir bölge gibi savaşın tahribatının konuşulacağı askerden arındırılmış bir alan yaratır. Devreye giren ve meyveyle simgeleşen şey aslında, aklın kategorilerinin birinde saplanıp kalmış bir zihni aykırılığa işaret eder. Felsefenin çıkardığı sonuçla sorun bizizdir, bizden kaynaklanır. Bir tatla kolayca baştan çıkartılabilecek arzu, diğer isteğinin şiddetini de soruşturmalıdır. İşte bu soruşturma buralardan felsefi intihar mecrana dek sürebilir. Hakikatte tek bir soru çıkar ve cevabı yoktur. Üstüne yazılıp, çizilenler, tasarı, kurgu ya da sistem kuruculuğa soyunsa da deneyimin gerçekleştiği an’ın sırrını saklı tutar. O andaki küçük bir şüphe tadına bakılmak istenen meyve kadar gerçektir.


Faust gözlerini aracın yan koltuğundaki bize diker; çukurun kenarında onunla birlikte bizler de baş döndürücü soruları içeren o karanlığa bakarız çaresizce.Kiarostami, finalde etkili bir kurgu oyunla filmin gerçekliğinden bizi uzaklaştırır, tıpkı meyvenin uzaklaştırdığı başka bir ‘’arzu ‘’ gibi. Ekibinden bir bölümle kamerasının karşısındadır ve sayarak koşan bölüğe megafonla durmaları yönünde bir talimat verir. Ses vadide çınlar, kalbimizde cevapsız sorunun ağırlıyla.


Cemil Atik

20 Eylül 2008 Cumartesi

Fotoğraf: Selma Akın Girgin



Eylül

Yağmur alsın götürsün üzerimden
yağlı cızırtıları,
gökkuşağı renklerinde titreşerek suyun yüzeyinde;
kedimin ürkek, meraklı pençe vuruşuyla dağıttığı…

Kış geliyor işte,
içimde bentlerine dayanmış gözyaşları,
demlenmiş bir ayrılık var
Doğarken çığlığıma yüklenmiş.

Cemil Atik

Paris Savcısı 2. Bölüm

Resim: Cemil Atik
vaiz’e ilişkin.


‘’Okradı başını geriye atarak, ağzındaki köpükler asılı kaldı çenesinin iki yanında; kavrulmuş toprak düşmesini bekledi’’ diye yazdı defterine. Noel’e yetiştirmesi gereken yeni İncilin ilk cümleleriydi bunlar. ‘’Kelimelerden başka bir şey yok elimizde sevgili dostum’’ Shakspeare. Kafasının içinde bir kurt gibi ilerleyen bu sesi ne yaptıysa susturamamıştı. Odaklanmaya çalışmasının faydası olmadı, kızdı kendine, ‘küçük şeytanlar’ diye gülümsüyor. Descartes da böyle tebessüm ederdi muhakkak.

Kafasını kaldırıp, camlara doğru baktı, uzun zamandır bekliyordu yağmuru. ‘’Benim ebedi klişem de bu, ne yaparsın işte…’’.

Kaynağı Belli Olmayan Hatırlatma: ‘’ Vücut sıcaklığı 28 dereceden düşük olduğunda uçamayan Colias kelebeği, hemen kanatlarını açar ve sırtını güneşe dönerek güneş ışınlarını dik alacak şekilde durur. Kelebek yeterince ısınıp 40 dereceye çıktığında kendi ekseni etrafında 90 derece döner. Böylece güneş ışınlarını yatay alır hale gelir. Pieris kelebeği ise, kanatlarını öyle bir açıda ayarlar ki, tıpkı bir mercekteki gibi tüm ışınları vücudunun en çok ısınması gereken yerde toplarlar’’.

Kelebeklerini yerleştirdiği kutulara doğru yürüdü. Kral Kelebekler... Önlenmiş yaşamları ile mağrur ve ebediyen asil. Tam bir Lepidopterist sayılmayacağını bilerek toplamıştı onları. Önlenmiş kaos başka bir kaostu, elinde tutuyordu binlerce kez çırpılabilecek kanatları. Artık mümkün olmayan bir olasılığın içinde yüzdüğünü düşledi. Sonsuza dek yok ettiği ‘’olabilirlik’’. ‘Kaos Mühendisi bir Vaiz’in sözleri bunlar…’ diye başlardı hep vaazlarına, titretir, ağlatır, sermesthaneye dönüştürürdü çöplükleri. Sözleriyle su salardı kadınlar, bacaklarını yapıştırıp gizleyerek. Tanrıların 900’lü hatları… Etnogencity 17 milyonluk nüfusuyla çok şey bekliyordu ondan; yalnız kalabildiği ender zamanlar dışında bir bilişim- medya peygamberiydi vaiz. Bilişimin özünü vahye derdi, yonga levhalar geçmişte kalmıştı. Tetikler, uyarır, alırdı, hepsi bu. Dev bir boşalımın deliği… Bilgisayardan indirdiği uyuşturucusunun limitini doldurmayacak kadar temkinli bir şeytan… Hiç evlenmemişti, büyük orgazmı istiyordu o. Herkes, her şey ilgi alanına giriyordu; büyük uyuşma, kaotik esrime, evreni büzüp deliğine tıkayacak kozmik zevkin peşindeki bu piç, Newton’u severdi; Aç!.. Kapa!...; Evren.

‘’Telefon’’ dedi, telefon çaldı, bir kadın orgazmı sesiyle yankılanarak. Bir dedektifti arayan. Saldırgan tonda, aşina, sinir bozucu; şu her şeyi itiraf etmek isteyeceklerinizden. Açık Toplum Vakfı Komiseri, hiç duraksamadan olup biteni bir çırpıda anlatıvermişti. Şu geliştirmeyi istemek zorunda hissedeceğiniz, eksik olduklarına inandırılan cümlelerden birini kurmuştu. Vaiz katkısını sakındı; ‘’size nasıl katkıda bulunabilirim dedektif?..’’ demekle yetindi. Komiser ilk kez sorguya çekilmenin ne olduğunu anlamış görünüyordu. Adam yardım istemenin nasıl bir şey olduğunu bilmiyordu sahiden. Vermesinin beklendiği açığı vermeden, gerçek bir Lepidopterist sayılmayacağını ve nedenlerini anlatmaya koyuldu. Kısa bir sessizlikten sonra dedektif aradığı fırsatı bulmuşçasına, incelemesini istedikleri kelebeğin bir Kaplan Kelebeği olduğunu söyleyip, durdu uzunca… Vaizdeydi sorgu sırası, bundan hoşlanmadı, daha çok erken buldu ve iğnelemeye girişti. Tam olarak ne istediğini sordu, kızgınlıktan soğumuştu, neredeyse sıfırda durdurdu ses tonunu, insan kalmaya çabalayarak. Kendisinin bir sibernetik-sinirce olup olmadığını anlamaya çalışıyor olabilirdi adam. Bu türden şüphelerin söylenmesi şöyle dursun, ima edilmesi bile, 10 yıl önceki bir genelgeyle yasaklanmıştı. Öyleyse, sesini şu an analiz ediyor olmalıydı. Gösterge canlandı gözünde, süper hızlı sayısal kronometrenin devirişi rakamları… Sıfırın biraz üzerinde durdu. Psişiklere özgü bir yetenekti aslında bu.

Adli tıp laboratuarına gelip, kelebeğe bir bakmasını istiyordu; ‘’ Lochard ne der bilirsiniz; ‘her temas bir iz bırakır’ dedi kibirlice gülümseyip, nefes verdi ahizeye. Devam etti boşluk bırakmadan; ‘’Jarsey Tiger dedikleri tür, Arctidae familyasından… aaa… Evet… Sizin ilgi alanınıza giriyor, Kaplan Kelebeği… ‘’. Sesi uzaklaşmıştı, bir yerlerden okumak için eğildiği besbelli.

Onu hemen içeri aldılar saygıyla, Vaiz’le göz göze gelmeye cesaret edebilen birkaç kişi dışında herkes o yokmuşçasına davranmayı seçti. Oldukça tipikti, üzerinde düşünmedi bile, sağdığı ruhların posaları, postlarıydı gördükleri. Biri kadın üç adli tıp dedektifi, derin tarama ve analiz bilgisayarından duvara yansıtılmış verilere bakıyorlardı, üçü de ayakta, artık neredeyse küçük bir savaş uçağı kadar büyütülmüş kelebeğin önünde. Dedektif usulca sağına doğru döndü ve vaizi gördü; ‘’hoş geldiniz Vaiz, ekibimle tanışın…’’.

‘’Kullandığımız yöntemi biliyor olmalısınız, adli Entomolojiyi…’’

‘’Benden ne istediğinizi anlamak için özel yeteneklerimi kullanmama gerek yok’’ dedi Vaiz, ‘’Maria Callas cinayetinin içine girmemi istiyorsunuz, deyiverin hele dedektif… Bu merakın, yoksa ‘’saplantının’’ mı demeliyim, nedeni asıl sizi ilgilendiren. Peki söyleyin bana, şimdi cevabını vermek istemeyeceğiniz bir sorumun cüretiyle muhatap edebilir miyim sizi günün birinde. Böylece verdiklerimi alabilirim, ne dersiniz?...’’. Durakladı ama şaşırmadı; ‘’olur’’ dedi sadece. Diğer dedektifler birbirlerine baktılar kaçamak. Gözleri dışında yaşının çok üstünde gösteriyordu. Unutulmuş bir saksıdaki çiçek gibi çürümüştü sanki. 28 yaşında olduğunu biliyordu. Açık Bütünleşme Vakfı’nın özene bezene yetiştirdiği, her zevki tatmış ve artık ölmek üzere olan gençlerdendi, zekanın suskun ışıltısını taşıyordu.

‘’Sinir Kimyagerliğim küçük hobimden daha etkileyici geliyor olmalı size… Eh, tamam, ekipten olmamın zamanı geldi… Sinir kimyamın kerametlerimin kaynağı olduğunu da biliyorsunuz. Siz yeterli bilgi verecek, beni uyaracaksınız, ben de sinir hücrelerimi biraz yürüyüşe çıkarıp, holografik görüntüleme yöntemiyle bir hücrenin üzerinde, zamanda sörf yapacağım. Hepimizin istediği şey tam olarak bu, değil mi dedektif…’’.

‘’Evet efendim’’.

Bu yaşlı nörotik ucubeye, kontrolü azda olsa bırakmanın büyük sakıncalar doğuracağını sanmıyordu. 20 yıl önce adli dedektifler krallıklarında rakipsizdiler, ilk kez ruh bilimin aşıldığını düşünüyorlardı, ‘doğayı aşmak’ diyorlardı buna mesleki jargonda. Görüntüle, değiştirme, veri topla (her defasında yeni eldivenlerle) ve değerlendir, hepsi bu. Sadece şeylerin ilişkilerini kaçırmamak yeterliydi. Kolayca tanımladığı şey yıllarını almıştı. İşi gözünde büyütmemek zekanın belirtilerinden biriydi ona göre, sıkı gözlem ve çalışmaya inanırdı bir tek. Her neyse, ara sıra da olsa, bunun gibi zor vakalarda bu adamlarla iş paslaşmaktan hoşlanmıyordu. ‘Tek muhafazakarlığım’ diye dalga geçerdi, meslektaşlarıyla şakalaşırken.

‘’Anlatın dedektif, bu kelebek elinizdeki tek kanıt gibi görünüyor ama bu bir zaman gölgesi değil mi?...’’.
‘’Haklısınız Vaiz, ‘yeni bilim’, bu da tam sizin alanınız, bilincin gölgesi…Persona tozu başka bir deyişle… Oradan ne getireceksiniz görmek için sabırsızlanıyorum’’.

‘’Göreceğiz dedektif, yeter ki gölgeyi kavramış olmasın, bu hepimiz için bela demek…’’

Parmağını ışığın içine doğru bastırdı, ışık-düğme beynin sinyalini çarçabuk aldı parmak sinirlerinden, yazıcı sanal kağıdı şifrelemeye koyuldu.

Dedektif Vaiz’in ensesine baktı uzun bir süre, muhafazakarlığı bir öfkeye dönüştü.

oleg o.

Oleg, bildiğini düşündüğünü söyledi; cinayeti ve işlenişinin arkasına saklanan nedenleri kavrayamıyordu. Kızgınca baktı kadına, bir peygamber olamayışının bu saldırganlık olduğunu fark etmesinden korkarak tekrar bakışlarını dikiyor. Oleg O; kısa bir süre önce bu topraklara göçetmiş misyonerlerden biriydi Rus. Akıldaki Yaralar Kilisesi bu ülkede unutup gitmişti onu. Ev ödeme sistemine yansıyan sayısal parasının devirli sıfırlarından başka bir şey ifade etmiyordu artık kilise Oleg O. İçin. İnancını sınamaya başladığı yıl 2052 yılının ılık bir ilkbahar günüydü. Hizmetçinin tarattığı çamaşırlarının kokusu burnuna geldiğinde uyanıyor, gözlerini açmakta zorlandı. Sol bacağını dümdüz uzattıktan sonra acının nasıl çöktüğünü hissediyor, sırt ağrısı geçip gitti. Hiç bu kadar ağrılı uyandığını hatırlamıyor, sabaha kadar düşündüğünü, hiç not almadığını fark ettiğinde açıyor gözlerini, tavana dikti onları. İlkbaharı duyumsadı, belki hatırladı; kasvetli bir diriliş, yılışık bir ışık, ancak bir embesile yakışacak mutluluk… Bunları neden düşünüyor, soruyorken, simsiyah bir boşlukta, yüzü ince bir yas filesiyle örtülmüş, gizleri kışı karşılayan yeşil tonunda bir kadın dikiliyor uzamının önünde. Kadınları unutmuştu, hatırlamaması gereken şeyler onlarla ilgili olanlardı aslında. Peder olma nedeni bu korku üzerine kurulmuştu, sapkınlığının yas filesi… İçindeki ormana bakıyor, kar ince, uzun çamları bir serpintiyle örtmüş. Çamların arasındaki açıklığa baktı, vajinaydı bu. Üremek, zevk almak aşkınlığını bir türlü anlayamamıştı, hayvani tarafına çevirmişti gözünü, öyle bakıyordu. Aşılması gereken şeytani olanı terk cesaret isterdi. Vajina açık bir yaraydı aslında, Akıldaki Yaralar Kilisesi’nin diğer özel kiliseler karşısındaki tartışılmaz hezimetinin derin kupası. Kilise yüksek konsülü vajinayı görmüş olmasının günahını, ismini böyle koyarak gizleyebileceğini düşünmüştü. “ Harika işler yapacaksın Oleg…” Annesi kulağına fısıldadı, öptü, yorganı üzerine çekip yavaşça bıraktı ellerinden, ışığı kapattı. Oleg bir an için araladı gözlerini. Annesi ışığa doğru çekilirken, siyah beyaz bir çizgi roman karesine dönüştü.

Yanında duran konuşmacı kadına tekrar bakmayı öyle arzuluyordu ki buna dayanamayacağını düşünüyor. Maria Callas’ın neden öldürüldüğünü bilmediğini hatırladı, bu dehşet, sindiriyor diğer korkuyu. Henüz “harika işler” yapmamıştı. Kendini bu cinayetin nedenini araştırmaya adamanın uyuşturan keyfini içten bir gülümsemeyle karşılıyor.

vaiz

“ Kurtulanlar onlardır ki, kendilerini yargılayarak ölüme mahkum ederler ”. “ İyi iş, beni bile şaşırtıyor” diyor içinden, tebessüm ederek. Oldukça isteksizde bu kez, yapılması gerekiyordu, o da başlamıştı. Metinleri tetikleyen sırla ilgili hiçbir fikri olmaması şaşırtıcı gelmiyor ona. Her şeyi düşünemezdi ya, çekilir olmaktan çıkardı hayat yoksa. Birden titredi, vücudu sanki buz kesmiş. Avlanma korkusu… Cama doğru döndü, pullar açıldı. Dedektifin eline tutuşturduğu Persona tozuna bakıyor, sehpanın üzerinde sayısal bir kutunun içinde titriyor sanki. Gerçek bir kelebek bile olmayan bu imge korkutuyor onu. Bir din bilimciye yakışmadığını biliyor ama ne yapsındı ki. “ Herkesin bir batıl inanca ihtiyacı var “ dedi, eski bir meteor çukuruna, neredeyse yerin dibine dev bir matkap sokularak inşa edilmiş Etnikkökkent’in gecenin yarı karanlığına gömülmüş diplerine bakıyorken. Küçümseyerek başını geriye attı, “ cennetin duvarları, ne aldatmaca ama… takla atmış…” .Savunulacak bir tarafı yoktu. Dev koninin, yer altı ırmağında son bulduğu söyleniyordu. Bilmediği çukurun nereye kadar sürdüğü değil sadece. Solucan deliği diyenlere kulak asmazdı, bir isim de aramamıştı.

“ Söylentiler muhtelif “ dedi kibirli, arkadaşça bir ses telefonda. Az önce tele kinetik arkadaşlarından biriyle paylaşmıştı düşüncesini. “ Biliyor olmalıydın dostum, biraz hayata dönük olmalısın. Mesela dedikodulara kulak kabart, bir kadın ayart… Yesisay’ın çile hanesine kadar gidiyor çukur…”. Vaiz, bu sohbete ihtiyaç duymanın öfkesiyle dönüyor, yeşil koltuğuna bıraktı kendini. “ Bana ‘yeni insan’ inancımı soruyorsan ne diye sana sırrımı vereyim ki, hayatımızı kazanmak zorundayız. Ama siz tele kinetiklerin, biz psişiklerden daha eğlenceli olduğunuzu kabul ediyorum”. Alay… “ Düşünüyorum da” dedi ses “ şu yarım bıraktığımız büyük H, küçük h’ye…”. Bitirmesine izin vermiyor, soğuk ve kontrollü bir öfkeyle “ zamanda sıçrama… Bu cambazlık, bunun için bana ihtiyacın yok “ Vaiz’in önündeki kağıda karaladığı oyun haritasını görmüştü adam. Vaiz kalemi elinden bırakıyor fırlatırcasına. “ Bak ne diyeceğim, elimde bir KYİ ( Kamu Yararı İşi ) var, bana eşlik edebilirsin “. Sesi yumuşamaya başlamıştı. Bir o biliyordu başkasından bir şey isterken sesinin bir-iki ton yumuşadığını. “ Yarın saat 14.00’de “ dedi, telefonu kapattı.

Ansızın çöken sessizlik ve salonun loş karanlığında parlayan Persona tozuyla kalakalıyor.
Cemil Atik

Gözsüz Sözsüz Niyetler...



Bir diyalogda susmak şiddeti tarif etmek için oldukça acımasız ve özel bir yol. Monologda susmanın adı ne olur ?

“Bu hakkımı kullanıyorum”

Çoğu zaman iki kişilik oyunlara istemeden davetsiz konuk oluveririm. Kişilerden biri ben iken üstelik... Taraflardan birini tutmak oyunun bir parçası oluverir. Onun adına söylenir, onun adına kurnaz açılımlar düşünür, karşımdakini onun adına sıkıştırmayı hedeflerim hep.

Bu oyunda ortaya kızarmış kuzuyu getiren, tarafını tutmadığım kişi olmalıdır.

Yenilginin ve hizmetin kutsal beraberliği… Yenilgiyi görmek çoğu zaman yetmez, ona orta çağ inisiasyon nöbetleri gibi arka planda gereklidir.

Sonra dilimde ipek böcekleri beslediğimi hatırlarım.Onlar hep dokurlar hem de ezelden beri. Dilim onlar düşmesin diyedir belki…

Islak zeminde gül susuyordu.
Rüzgarı gördü.
Rüzgara çiğ ekmek, gül ekmek zamanı.
Ektiklerim büyüyordu.
Şimdiyse hasat zamanı.


Zamanı böyle anlarda aralamak, savurmak…
Şiir bu değil midir? Avucunda sakladığın sihirli tozları dudağının ucu ile üflemek, ardından bakmak olmayan gözlerinle…

Acele ile emin olamadan üstünü başını çantasını arardı. Her baktığı yerde onu orada bulacağından emin. Ama yoktu işte! Derin bir nefes alıp, yaptıklarını sil baştan tekrarlamaya başlardı. Sonra yorgun, telaşı da bir kenara koyup aklı ile not ala ala bir daha aramaya başlardı. Bingo o oradaydı işte! Ahh! O ahu gözler yoktu. Böyle anlarda ne gereği vardı ki…

Gözlerimi hep unuturum,
Onu ararken kaybederim. Oysa anahtarlığıma unutmamak için takmadım mı?..


Gözlerimi yine de takmayacağım. Ruhumu müziğe teslim edip beyin dalgalarımda süzülüyor olacağım.Tıpkı şehir kuşlarının bedenlerini, binalardan yükselen sıcak hava dalgalarına bırakmaları gibi. Öylece, hiç güç harcamadan süzüleceğim, ardımda ipek böceklerimin gümüş tellerini bırakarak.
İşte şehir bu olmalı.Üstelik unuttuğum gözlerimi takmam gerekmeden hissediyorum. Bir şekilde şehri biliyorum, orada işte…

Kavgalar kendi evlerinde hala sürüyor olmalı, küçük çakıl taşları gibi yaşam evlerinde, gerçeklik destanları yazıyorlar…

Taşıdığım küçük zillerimi duymuyorsunuz. Bana gövdeleri saklı zaman kuşları yarenlik ediyor. Onları neden taşıdığımı da bilmiyorsunuz..

Kimin, ne için, nerede, hangi koşulda onaylandığı ölümcül bir önem taşır.Yaptığı, düşündüğü ile var olduğunun ispatı yada soru ve şahıs, soruya varlığını sunma ikramı...

Bu oyun gözler olmadan nasıl onaylanır, nasıl var olur insan, duymak dokunmak tatmak, hep günah olmuşken. Gözlerin iktidar bahçesinde yaşam, kısa net ve gerçek. Burada şiir, müzik, resim yok. Ayrılışın tüm aşamaları ilk hecelemeler gibi acemice ve akıcı okumadan yoksun, tutuk bir dil...

Tanrıyı öldürdük nihayet…

Gözler duyamıyor işte,
Dokunamıyor da...
Hangi meyvenin tadını bilmiş,
Hangi rüzgardan üşümüş...

Bir kediyi okşamış mı,
Görmeyen gözler...


Soğuyorum. Gözlerime tek başına hiç güvenemedim. Şimdi o çok sevdiğim kuzey rüzgarlarının dövdüğü anıt dağları tüm hırçınlığı ile biliyorum. Keskin parlak yüzlerinde maviyi görüyorum. Şefkatli rüzgarlar çoktan bırakmış onları. Ormanlar içindir salon tipi rüzgarlar, şık ortamlarda konfor için esmelidirler; hoşluk, rehavet, sohbet için... Dağların bu rüzgarlara ihtiyacı var mıdır? Bir kadeh şaraba örneğin…

Ben yanındayken dağların, etim acıyor soğuktan. Rüzgarında, yüzüme vuran tuzlu deniz damlacıklarını hissediyorum. Karşımda okyanus, hem de başka düşümdeyken… Gücüm bile kalmıyor ikinci bir zirveye tırmanmaya, dizlerim titriyor, rüzgar derin uçurumların başında dengemi bozuyor, korkuyorum.Üşüyorum. Gözlerim hala yok…

Korku gözlere yenildi, gözleri yok sayıverdim.

Mekan değişimleri; hep yokluk valizlerini kapının önüne bırakarak yeni mekanlarına biraz buruk ve korkarak bakmaktalar. Üzerlerinde hala geldikleri yolun rüzgar kokuları ve serinliği duruyor.

İlk adımlar hep bir öncekinin devamı olarak gelişir…

“Hala herkes ne yapıyor, nasıl yapıyor diye bakıyorsun. Elindeki sarı çiçek güneşte kavrulur, hatırlamıyor musun?”

Sanırım oyun baştan adil değildi.Taraf olmam tüm silahlarımı gizlemem ile başlardı. Karşımdaki de böyle davranıyor olmalıydı.
Açık, şeffaf bir tarzın bu oyunda sadece adı kadar hükmü olmalı. İçi bir dolu tanıdık, tanımadık gözler ile doldurulmuş şeffaflık, ancak o gözlerde onay alırsa ışıyor. Bir anda çoğalıveren virüs gibi. Mesela bir anda tüm yazılımlarınıza adapte oluyor, kilitleniyorsunuz.

Kokan bir nazar kutusu.
Bebekken omuza takılanlardan.

Küçücük mavi camın içine iliştirilmiş, sonra tanışacağımız bakışlar… İlk tanıştığımız yol arkadaşımızı unutalım diye, nasılda insafsızca omzumuza iliştirdiler.Yaşamın tek gerçeği ama gözden kaçan, aşina olduğumuz, onun için unuttuğumuz gerçek, çoktan masal diyarlarına göçtüler. Altınlara sarmalayıp mücevher sınıfına yükselttiğimiz, bir de değişim değeri verdiğimiz bakış; nazarlık kaldı geriye …

Bize birileri hep bakacak, uyu da büyü ninni...
Sen olduğunu fısıldayacak, uyu da büyü ninni...
Farklı davranırsan eğer, uyu da büyü ninni...
Korkulası nazar değecek, uyu da büyü ninni...


Gözlerimi bilinen yerlerine takmayacağım. Susma hakkımı kullanıyorum.


Selma Akın



5 Eylül 2008 Cuma

Resim: Cemil Atik




Paris Savcısı’ndan... Maria Callas Cinayeti I



İtiraflarını sıralarken çürüdüğünü, her dökülen et parçasından kelebeklerin tozduğunu görebiliyordu. Kelebek tozları… Yanılgının eşlikçisi kırbaçlıyor, suyun sesine karışıyordu tozlar. Bir gösterimin esiri olup kalakalmıştı oturduğu koltukta. Uzun süredir hafızasına bir et parçası gibi kancaladığı bir an’ın kısacık tarihini içeriyordu, onu defalarca izlemekten bıkmazdı. ‘’Kaçırdıklarına değil, yaşamadıklarına ağla’’… Bu vizyon, o kadının silueti mümkün müydü?... Mümkündü gerçekten, asılsız bir haberin yansıttığı kadar. Böyle bir haber olabilirdi, bundan daha önemli ne vardı ki…

Saat sabaha karşı 02:00. Siyah eldivenlerini, takım elbisesini, gömleğini, çoraplarını ve ayakkabılarını attığı çöp torbasını arabasının bagajına koydu, usulca kapattı kapağı. Jöleli saçlarını dikiz aynasında dağıtmak oldu, arabaya bindiğinde ilk işi. Takıntısı bir krize dönüşmek üzereydi, günde en az iki kez biri ona şöyle sesleniyordu; ‘’cinayeti bilen biri var…’’. Olanları birisi görmüş olabilir miydi ki. Olup biten her şeyi yeniden kuruyor, yapıyor ve düşünüyordu. Cinayeti işlediği apartman dairesine, güvenlik bandını yırtarak girdiğini düşlemek öyle erotikti ki, şaşırmadan edemiyordu. Bomboş bir kontur çizgisi, boynunu kırdığı kurbanın bedenini ünleyen. Her şey gözden geçirilmiş, an’ın döküntüleri alınıp adli tıp laboratuarlarına götürülmüştü. Patlayan flaşlar, beyaz lastik eldivenli memurlar, derin bir kayıtsızlık; şuurlar kapalı. Tek çalışan alıcılar, gözler ve beyin. Cinayeti çözemeyeceklerini anlamış olmanın keyfiyle koltuğa bıraktı kendini.

Sabaha karşı, yolun karşısındaki apartmanın karanlığına sığınmış, ayakta duran birini gördüğünde, durup ona baktı, bagajı usulca kapatırken. Karanlığa gömülmüş portreyi derin, düzgün bir ışık belirliyordu. Sessizdi, bir çift dantel eldiven sigarayı tutuşturuncaya dek. Karanlık alev aldı kısacık. Yeni mahkum imge, çabucak yol aldı zihninde, bulup yerini oturdu. Artık sadece sol el, derin, biraz kavisli bir şekilde karanlığın karnını yarıyordu.

Marline Dietrich… Şeytana ruhumu satmış mıyımdır diye iç geçirdi herifçioğlu, nefesi kadın duydu. Dantel eldiven derin bir nefes çekip, bıraktı dumanı. Siyah sivri ayakkabının ucu göründü, Marline… ‘’Seri’’ dedi, ‘’bu gece olmaz, benim bir tarzım var’’. Kadın adamın kendisini katletmesini isterdi. Böyle bir çığlığı daha önce duymamıştı, kadın kocaman bir ağza dönüştü, dudaklarının kenarlarından pembe bir akıntı ağırdan süzülüyordu. Arabasıyla haftada iki kez kadını gördüğü sokaktan geçiyor, apartmanın girişine geldiğinde kafasını o yöne çeviriyordu usulca. Her geçişte karanlık aynı karanlık… Zamanda bir kara delik, bir rampa çıldırmaya sübap, imge, biçem fırlatıcı… Güneşin bir rüzgar gülü gibi olduğu öğle sonrasında 14:00’de yapıyordu aksatmadan. Bir not, spiral bir mektup bırakmak gibiydi, o merdivenlere, kapıya, mermer alınlığa bulaşmış bir şeyler olduğundan emindi, çekip alınamaz, kendisine ait. Ne ki, son birkaç işlem için cinayet mahalline gelen bir polis memurunun dikkatini çekmeyi becermişti. Adam onu en az iki kez gördüğünden emin olmaya çalışıyordu. Uzaklaşan plakaya doğru bomboş baktı, rüzgar gülü arabanın camından girdi, hiçbir şeyi kaydetmedi, düşüncesini bile siliyordu işte.

Plan kusursuzdu, bunu son kez söylemeye karar verdi. Kararlarının arkasında duracak gücü bulmakla övünürdü hep. Kadının gözlerinin içine bakıyordu, içten konuşan, geveze gözlerine… Dergiyi yere bıraktı, sağ kolu öylece kaldı, ‘dergiler ışıkları taşıyabilselerdi’ dedi, gözlerdeki parıltıyı. Her şey, oda küçük cam parçalarına bölünmeye başladı, tüm görüntüleri kırarak.Kadından vazgeçmiş olduğunu fark ederek şaşkınca, camları bir araya getirmeye çalıştı. Onları kanıyla yapıştırmayı denedi; bunu ancak zeminde yapabilirdi önce, tavanda deneyecekti ardından. İki boyut şimdilik yeterliydi. Cinayet davası düşmüştü sırf bu yüzden. ‘’ İki görüntü birbirine yabancıdır’’. Gerekçeye sadece bu notu düşmüştü yargıç. Biri diğerinden sorumlu tutulamazdı. Kim pisliğini başkası temizlesin istemez ki…
Öyle değil mi?..

Cinayetten On Gün Sonra

Elde var baş ağrısı, akşamdan, viski şişesini yarılamış… Gözbebekleri suyu tutan bir baraj gibi göbek vermişti. Gri duvar boyunca dizilmiş muhabir masalarını geçiyordu. Şaryoların, satırların bitişini ilan eden takırtısı, silindirin yutan dişlilerine paraleldi bedeni, özenle koruyordu aradaki mesafeyi.

‘Şikemperver muhabirler’ diye seslendi içinden, küçümseyerek. Göz ucuyla bakmaya devam etti, odasının kapısına varıncaya dek; buzlu cama yazılmış bir kabartma levha, yazı işleri müdürü falan filan… Kapıyı bu tezgahın üstüne kapayıp kapamamakta ısrarcı olmayan bir çelişki içinde odasına adımını atmıştı ki, adını orta perdeden çağıran bir ses duydu, yürümeye devam etti masasına doğru yavaşça. Kapıyı kapatamazdı, çömezle yüz yüze gelemezdi. Masasına soldan dolandığında, yere bakmayı sürdürüyordu, çok geçmeden oturdu koltuğuna, senkronize, bir el uzandı masaya, tek bir sayfa bıraktı. Genç adam iştahla cinayetteki son gelişmeleri anlatmaya çabalıyordu, alnından bir damla ter, henüz dokunmadığı kağıdın üzerine düştü, kağıt tarafından emildi çarçabuk. Sağındaki büyük pencerede ışık patladı, kirli griye dönüştü, gitti hemencecik… Çınlamalara dönüştü muhabirin sözleri. Genç adam, mutlulukla gülümseyerek çıktı odadan. Anlam verememişti, mimik yaptı, dudağını öne sarkıtıp kaşını kaldırarak. Tek bir söz söylememişti ki…

Masasından kalktı, camın önünde durdu, jaluzileri yukarı kaldırdı iyice. Sağa doğru hafif bir meyille iniyordu yol. Arabası kaldırımda öylece duruyordu; ışıkla yıkanmışçasına ışıl ışıldı, serin olabilirdi günün bu vakitleri. Araba bir ok gibi kalktı, yola çıktı zihninde, vazgeçti sonra, park etti yeniden. Yolun sonunda ne olacaktı da yüreği kıpırdayacaktı, obez yüreği.
…Bu yaşama hapsedilmiş olduğunu anladı. Ne kadar zamandır yol aldığını unutup gitmişti, ağlayacak göz bırakmamıştı yaşananlar. Hüznü hatırlamaya çalıştı, gerçekten zorlanıyordu; içini ısıtmaya başladığında, bir baş dönmesiyle sarsıldı yerinde, zar yırtılmış, hiç kabuk bağlamamıştı aslında.

Keder, bir sarhoşluk gibi aniden vurdu…



Cemil Atik

Devam edecek…



ekinoks


düşmü benim

benmi düş

altın tabak

zümrüt hançer ile

dağa bıraktım ruhumu

üşüsün diye


Selma





Fotoğraf: Selma Akın Girgin