Resim: Cemil Atik
vaiz’e ilişkin.
‘’Okradı başını geriye atarak, ağzındaki köpükler asılı kaldı çenesinin iki yanında; kavrulmuş toprak düşmesini bekledi’’ diye yazdı defterine. Noel’e yetiştirmesi gereken yeni İncilin ilk cümleleriydi bunlar. ‘’Kelimelerden başka bir şey yok elimizde sevgili dostum’’ Shakspeare. Kafasının içinde bir kurt gibi ilerleyen bu sesi ne yaptıysa susturamamıştı. Odaklanmaya çalışmasının faydası olmadı, kızdı kendine, ‘küçük şeytanlar’ diye gülümsüyor. Descartes da böyle tebessüm ederdi muhakkak.
Kafasını kaldırıp, camlara doğru baktı, uzun zamandır bekliyordu yağmuru. ‘’Benim ebedi klişem de bu, ne yaparsın işte…’’.
Kaynağı Belli Olmayan Hatırlatma: ‘’ Vücut sıcaklığı 28 dereceden düşük olduğunda uçamayan Colias kelebeği, hemen kanatlarını açar ve sırtını güneşe dönerek güneş ışınlarını dik alacak şekilde durur. Kelebek yeterince ısınıp 40 dereceye çıktığında kendi ekseni etrafında 90 derece döner. Böylece güneş ışınlarını yatay alır hale gelir. Pieris kelebeği ise, kanatlarını öyle bir açıda ayarlar ki, tıpkı bir mercekteki gibi tüm ışınları vücudunun en çok ısınması gereken yerde toplarlar’’.
Kelebeklerini yerleştirdiği kutulara doğru yürüdü. Kral Kelebekler... Önlenmiş yaşamları ile mağrur ve ebediyen asil. Tam bir Lepidopterist sayılmayacağını bilerek toplamıştı onları. Önlenmiş kaos başka bir kaostu, elinde tutuyordu binlerce kez çırpılabilecek kanatları. Artık mümkün olmayan bir olasılığın içinde yüzdüğünü düşledi. Sonsuza dek yok ettiği ‘’olabilirlik’’. ‘Kaos Mühendisi bir Vaiz’in sözleri bunlar…’ diye başlardı hep vaazlarına, titretir, ağlatır, sermesthaneye dönüştürürdü çöplükleri. Sözleriyle su salardı kadınlar, bacaklarını yapıştırıp gizleyerek. Tanrıların 900’lü hatları… Etnogencity 17 milyonluk nüfusuyla çok şey bekliyordu ondan; yalnız kalabildiği ender zamanlar dışında bir bilişim- medya peygamberiydi vaiz. Bilişimin özünü vahye derdi, yonga levhalar geçmişte kalmıştı. Tetikler, uyarır, alırdı, hepsi bu. Dev bir boşalımın deliği… Bilgisayardan indirdiği uyuşturucusunun limitini doldurmayacak kadar temkinli bir şeytan… Hiç evlenmemişti, büyük orgazmı istiyordu o. Herkes, her şey ilgi alanına giriyordu; büyük uyuşma, kaotik esrime, evreni büzüp deliğine tıkayacak kozmik zevkin peşindeki bu piç, Newton’u severdi; Aç!.. Kapa!...; Evren.
‘’Telefon’’ dedi, telefon çaldı, bir kadın orgazmı sesiyle yankılanarak. Bir dedektifti arayan. Saldırgan tonda, aşina, sinir bozucu; şu her şeyi itiraf etmek isteyeceklerinizden. Açık Toplum Vakfı Komiseri, hiç duraksamadan olup biteni bir çırpıda anlatıvermişti. Şu geliştirmeyi istemek zorunda hissedeceğiniz, eksik olduklarına inandırılan cümlelerden birini kurmuştu. Vaiz katkısını sakındı; ‘’size nasıl katkıda bulunabilirim dedektif?..’’ demekle yetindi. Komiser ilk kez sorguya çekilmenin ne olduğunu anlamış görünüyordu. Adam yardım istemenin nasıl bir şey olduğunu bilmiyordu sahiden. Vermesinin beklendiği açığı vermeden, gerçek bir Lepidopterist sayılmayacağını ve nedenlerini anlatmaya koyuldu. Kısa bir sessizlikten sonra dedektif aradığı fırsatı bulmuşçasına, incelemesini istedikleri kelebeğin bir Kaplan Kelebeği olduğunu söyleyip, durdu uzunca… Vaizdeydi sorgu sırası, bundan hoşlanmadı, daha çok erken buldu ve iğnelemeye girişti. Tam olarak ne istediğini sordu, kızgınlıktan soğumuştu, neredeyse sıfırda durdurdu ses tonunu, insan kalmaya çabalayarak. Kendisinin bir sibernetik-sinirce olup olmadığını anlamaya çalışıyor olabilirdi adam. Bu türden şüphelerin söylenmesi şöyle dursun, ima edilmesi bile, 10 yıl önceki bir genelgeyle yasaklanmıştı. Öyleyse, sesini şu an analiz ediyor olmalıydı. Gösterge canlandı gözünde, süper hızlı sayısal kronometrenin devirişi rakamları… Sıfırın biraz üzerinde durdu. Psişiklere özgü bir yetenekti aslında bu.
Adli tıp laboratuarına gelip, kelebeğe bir bakmasını istiyordu; ‘’ Lochard ne der bilirsiniz; ‘her temas bir iz bırakır’ dedi kibirlice gülümseyip, nefes verdi ahizeye. Devam etti boşluk bırakmadan; ‘’Jarsey Tiger dedikleri tür, Arctidae familyasından… aaa… Evet… Sizin ilgi alanınıza giriyor, Kaplan Kelebeği… ‘’. Sesi uzaklaşmıştı, bir yerlerden okumak için eğildiği besbelli.
Onu hemen içeri aldılar saygıyla, Vaiz’le göz göze gelmeye cesaret edebilen birkaç kişi dışında herkes o yokmuşçasına davranmayı seçti. Oldukça tipikti, üzerinde düşünmedi bile, sağdığı ruhların posaları, postlarıydı gördükleri. Biri kadın üç adli tıp dedektifi, derin tarama ve analiz bilgisayarından duvara yansıtılmış verilere bakıyorlardı, üçü de ayakta, artık neredeyse küçük bir savaş uçağı kadar büyütülmüş kelebeğin önünde. Dedektif usulca sağına doğru döndü ve vaizi gördü; ‘’hoş geldiniz Vaiz, ekibimle tanışın…’’.
…
‘’Kullandığımız yöntemi biliyor olmalısınız, adli Entomolojiyi…’’
‘’Benden ne istediğinizi anlamak için özel yeteneklerimi kullanmama gerek yok’’ dedi Vaiz, ‘’Maria Callas cinayetinin içine girmemi istiyorsunuz, deyiverin hele dedektif… Bu merakın, yoksa ‘’saplantının’’ mı demeliyim, nedeni asıl sizi ilgilendiren. Peki söyleyin bana, şimdi cevabını vermek istemeyeceğiniz bir sorumun cüretiyle muhatap edebilir miyim sizi günün birinde. Böylece verdiklerimi alabilirim, ne dersiniz?...’’. Durakladı ama şaşırmadı; ‘’olur’’ dedi sadece. Diğer dedektifler birbirlerine baktılar kaçamak. Gözleri dışında yaşının çok üstünde gösteriyordu. Unutulmuş bir saksıdaki çiçek gibi çürümüştü sanki. 28 yaşında olduğunu biliyordu. Açık Bütünleşme Vakfı’nın özene bezene yetiştirdiği, her zevki tatmış ve artık ölmek üzere olan gençlerdendi, zekanın suskun ışıltısını taşıyordu.
‘’Sinir Kimyagerliğim küçük hobimden daha etkileyici geliyor olmalı size… Eh, tamam, ekipten olmamın zamanı geldi… Sinir kimyamın kerametlerimin kaynağı olduğunu da biliyorsunuz. Siz yeterli bilgi verecek, beni uyaracaksınız, ben de sinir hücrelerimi biraz yürüyüşe çıkarıp, holografik görüntüleme yöntemiyle bir hücrenin üzerinde, zamanda sörf yapacağım. Hepimizin istediği şey tam olarak bu, değil mi dedektif…’’.
‘’Evet efendim’’.
Bu yaşlı nörotik ucubeye, kontrolü azda olsa bırakmanın büyük sakıncalar doğuracağını sanmıyordu. 20 yıl önce adli dedektifler krallıklarında rakipsizdiler, ilk kez ruh bilimin aşıldığını düşünüyorlardı, ‘doğayı aşmak’ diyorlardı buna mesleki jargonda. Görüntüle, değiştirme, veri topla (her defasında yeni eldivenlerle) ve değerlendir, hepsi bu. Sadece şeylerin ilişkilerini kaçırmamak yeterliydi. Kolayca tanımladığı şey yıllarını almıştı. İşi gözünde büyütmemek zekanın belirtilerinden biriydi ona göre, sıkı gözlem ve çalışmaya inanırdı bir tek. Her neyse, ara sıra da olsa, bunun gibi zor vakalarda bu adamlarla iş paslaşmaktan hoşlanmıyordu. ‘Tek muhafazakarlığım’ diye dalga geçerdi, meslektaşlarıyla şakalaşırken.
‘’Anlatın dedektif, bu kelebek elinizdeki tek kanıt gibi görünüyor ama bu bir zaman gölgesi değil mi?...’’.
‘’Haklısınız Vaiz, ‘yeni bilim’, bu da tam sizin alanınız, bilincin gölgesi…Persona tozu başka bir deyişle… Oradan ne getireceksiniz görmek için sabırsızlanıyorum’’.
‘’Göreceğiz dedektif, yeter ki gölgeyi kavramış olmasın, bu hepimiz için bela demek…’’
Parmağını ışığın içine doğru bastırdı, ışık-düğme beynin sinyalini çarçabuk aldı parmak sinirlerinden, yazıcı sanal kağıdı şifrelemeye koyuldu.
Dedektif Vaiz’in ensesine baktı uzun bir süre, muhafazakarlığı bir öfkeye dönüştü.
oleg o.
Oleg, bildiğini düşündüğünü söyledi; cinayeti ve işlenişinin arkasına saklanan nedenleri kavrayamıyordu. Kızgınca baktı kadına, bir peygamber olamayışının bu saldırganlık olduğunu fark etmesinden korkarak tekrar bakışlarını dikiyor. Oleg O; kısa bir süre önce bu topraklara göçetmiş misyonerlerden biriydi Rus. Akıldaki Yaralar Kilisesi bu ülkede unutup gitmişti onu. Ev ödeme sistemine yansıyan sayısal parasının devirli sıfırlarından başka bir şey ifade etmiyordu artık kilise Oleg O. İçin. İnancını sınamaya başladığı yıl 2052 yılının ılık bir ilkbahar günüydü. Hizmetçinin tarattığı çamaşırlarının kokusu burnuna geldiğinde uyanıyor, gözlerini açmakta zorlandı. Sol bacağını dümdüz uzattıktan sonra acının nasıl çöktüğünü hissediyor, sırt ağrısı geçip gitti. Hiç bu kadar ağrılı uyandığını hatırlamıyor, sabaha kadar düşündüğünü, hiç not almadığını fark ettiğinde açıyor gözlerini, tavana dikti onları. İlkbaharı duyumsadı, belki hatırladı; kasvetli bir diriliş, yılışık bir ışık, ancak bir embesile yakışacak mutluluk… Bunları neden düşünüyor, soruyorken, simsiyah bir boşlukta, yüzü ince bir yas filesiyle örtülmüş, gizleri kışı karşılayan yeşil tonunda bir kadın dikiliyor uzamının önünde. Kadınları unutmuştu, hatırlamaması gereken şeyler onlarla ilgili olanlardı aslında. Peder olma nedeni bu korku üzerine kurulmuştu, sapkınlığının yas filesi… İçindeki ormana bakıyor, kar ince, uzun çamları bir serpintiyle örtmüş. Çamların arasındaki açıklığa baktı, vajinaydı bu. Üremek, zevk almak aşkınlığını bir türlü anlayamamıştı, hayvani tarafına çevirmişti gözünü, öyle bakıyordu. Aşılması gereken şeytani olanı terk cesaret isterdi. Vajina açık bir yaraydı aslında, Akıldaki Yaralar Kilisesi’nin diğer özel kiliseler karşısındaki tartışılmaz hezimetinin derin kupası. Kilise yüksek konsülü vajinayı görmüş olmasının günahını, ismini böyle koyarak gizleyebileceğini düşünmüştü. “ Harika işler yapacaksın Oleg…” Annesi kulağına fısıldadı, öptü, yorganı üzerine çekip yavaşça bıraktı ellerinden, ışığı kapattı. Oleg bir an için araladı gözlerini. Annesi ışığa doğru çekilirken, siyah beyaz bir çizgi roman karesine dönüştü.
Yanında duran konuşmacı kadına tekrar bakmayı öyle arzuluyordu ki buna dayanamayacağını düşünüyor. Maria Callas’ın neden öldürüldüğünü bilmediğini hatırladı, bu dehşet, sindiriyor diğer korkuyu. Henüz “harika işler” yapmamıştı. Kendini bu cinayetin nedenini araştırmaya adamanın uyuşturan keyfini içten bir gülümsemeyle karşılıyor.
vaiz
“ Kurtulanlar onlardır ki, kendilerini yargılayarak ölüme mahkum ederler ”. “ İyi iş, beni bile şaşırtıyor” diyor içinden, tebessüm ederek. Oldukça isteksizde bu kez, yapılması gerekiyordu, o da başlamıştı. Metinleri tetikleyen sırla ilgili hiçbir fikri olmaması şaşırtıcı gelmiyor ona. Her şeyi düşünemezdi ya, çekilir olmaktan çıkardı hayat yoksa. Birden titredi, vücudu sanki buz kesmiş. Avlanma korkusu… Cama doğru döndü, pullar açıldı. Dedektifin eline tutuşturduğu Persona tozuna bakıyor, sehpanın üzerinde sayısal bir kutunun içinde titriyor sanki. Gerçek bir kelebek bile olmayan bu imge korkutuyor onu. Bir din bilimciye yakışmadığını biliyor ama ne yapsındı ki. “ Herkesin bir batıl inanca ihtiyacı var “ dedi, eski bir meteor çukuruna, neredeyse yerin dibine dev bir matkap sokularak inşa edilmiş Etnikkökkent’in gecenin yarı karanlığına gömülmüş diplerine bakıyorken. Küçümseyerek başını geriye attı, “ cennetin duvarları, ne aldatmaca ama… takla atmış…” .Savunulacak bir tarafı yoktu. Dev koninin, yer altı ırmağında son bulduğu söyleniyordu. Bilmediği çukurun nereye kadar sürdüğü değil sadece. Solucan deliği diyenlere kulak asmazdı, bir isim de aramamıştı.
“ Söylentiler muhtelif “ dedi kibirli, arkadaşça bir ses telefonda. Az önce tele kinetik arkadaşlarından biriyle paylaşmıştı düşüncesini. “ Biliyor olmalıydın dostum, biraz hayata dönük olmalısın. Mesela dedikodulara kulak kabart, bir kadın ayart… Yesisay’ın çile hanesine kadar gidiyor çukur…”. Vaiz, bu sohbete ihtiyaç duymanın öfkesiyle dönüyor, yeşil koltuğuna bıraktı kendini. “ Bana ‘yeni insan’ inancımı soruyorsan ne diye sana sırrımı vereyim ki, hayatımızı kazanmak zorundayız. Ama siz tele kinetiklerin, biz psişiklerden daha eğlenceli olduğunuzu kabul ediyorum”. Alay… “ Düşünüyorum da” dedi ses “ şu yarım bıraktığımız büyük H, küçük h’ye…”. Bitirmesine izin vermiyor, soğuk ve kontrollü bir öfkeyle “ zamanda sıçrama… Bu cambazlık, bunun için bana ihtiyacın yok “ Vaiz’in önündeki kağıda karaladığı oyun haritasını görmüştü adam. Vaiz kalemi elinden bırakıyor fırlatırcasına. “ Bak ne diyeceğim, elimde bir KYİ ( Kamu Yararı İşi ) var, bana eşlik edebilirsin “. Sesi yumuşamaya başlamıştı. Bir o biliyordu başkasından bir şey isterken sesinin bir-iki ton yumuşadığını. “ Yarın saat 14.00’de “ dedi, telefonu kapattı.
Ansızın çöken sessizlik ve salonun loş karanlığında parlayan Persona tozuyla kalakalıyor.
Cemil Atik