Paris Savcısı’ndan... Maria Callas Cinayeti I
İtiraflarını sıralarken çürüdüğünü, her dökülen et parçasından kelebeklerin tozduğunu görebiliyordu. Kelebek tozları… Yanılgının eşlikçisi kırbaçlıyor, suyun sesine karışıyordu tozlar. Bir gösterimin esiri olup kalakalmıştı oturduğu koltukta. Uzun süredir hafızasına bir et parçası gibi kancaladığı bir an’ın kısacık tarihini içeriyordu, onu defalarca izlemekten bıkmazdı. ‘’Kaçırdıklarına değil, yaşamadıklarına ağla’’… Bu vizyon, o kadının silueti mümkün müydü?... Mümkündü gerçekten, asılsız bir haberin yansıttığı kadar. Böyle bir haber olabilirdi, bundan daha önemli ne vardı ki…
Saat sabaha karşı 02:00. Siyah eldivenlerini, takım elbisesini, gömleğini, çoraplarını ve ayakkabılarını attığı çöp torbasını arabasının bagajına koydu, usulca kapattı kapağı. Jöleli saçlarını dikiz aynasında dağıtmak oldu, arabaya bindiğinde ilk işi. Takıntısı bir krize dönüşmek üzereydi, günde en az iki kez biri ona şöyle sesleniyordu; ‘’cinayeti bilen biri var…’’. Olanları birisi görmüş olabilir miydi ki. Olup biten her şeyi yeniden kuruyor, yapıyor ve düşünüyordu. Cinayeti işlediği apartman dairesine, güvenlik bandını yırtarak girdiğini düşlemek öyle erotikti ki, şaşırmadan edemiyordu. Bomboş bir kontur çizgisi, boynunu kırdığı kurbanın bedenini ünleyen. Her şey gözden geçirilmiş, an’ın döküntüleri alınıp adli tıp laboratuarlarına götürülmüştü. Patlayan flaşlar, beyaz lastik eldivenli memurlar, derin bir kayıtsızlık; şuurlar kapalı. Tek çalışan alıcılar, gözler ve beyin. Cinayeti çözemeyeceklerini anlamış olmanın keyfiyle koltuğa bıraktı kendini.
Sabaha karşı, yolun karşısındaki apartmanın karanlığına sığınmış, ayakta duran birini gördüğünde, durup ona baktı, bagajı usulca kapatırken. Karanlığa gömülmüş portreyi derin, düzgün bir ışık belirliyordu. Sessizdi, bir çift dantel eldiven sigarayı tutuşturuncaya dek. Karanlık alev aldı kısacık. Yeni mahkum imge, çabucak yol aldı zihninde, bulup yerini oturdu. Artık sadece sol el, derin, biraz kavisli bir şekilde karanlığın karnını yarıyordu.
Marline Dietrich… Şeytana ruhumu satmış mıyımdır diye iç geçirdi herifçioğlu, nefesi kadın duydu. Dantel eldiven derin bir nefes çekip, bıraktı dumanı. Siyah sivri ayakkabının ucu göründü, Marline… ‘’Seri’’ dedi, ‘’bu gece olmaz, benim bir tarzım var’’. Kadın adamın kendisini katletmesini isterdi. Böyle bir çığlığı daha önce duymamıştı, kadın kocaman bir ağza dönüştü, dudaklarının kenarlarından pembe bir akıntı ağırdan süzülüyordu. Arabasıyla haftada iki kez kadını gördüğü sokaktan geçiyor, apartmanın girişine geldiğinde kafasını o yöne çeviriyordu usulca. Her geçişte karanlık aynı karanlık… Zamanda bir kara delik, bir rampa çıldırmaya sübap, imge, biçem fırlatıcı… Güneşin bir rüzgar gülü gibi olduğu öğle sonrasında 14:00’de yapıyordu aksatmadan. Bir not, spiral bir mektup bırakmak gibiydi, o merdivenlere, kapıya, mermer alınlığa bulaşmış bir şeyler olduğundan emindi, çekip alınamaz, kendisine ait. Ne ki, son birkaç işlem için cinayet mahalline gelen bir polis memurunun dikkatini çekmeyi becermişti. Adam onu en az iki kez gördüğünden emin olmaya çalışıyordu. Uzaklaşan plakaya doğru bomboş baktı, rüzgar gülü arabanın camından girdi, hiçbir şeyi kaydetmedi, düşüncesini bile siliyordu işte.
Plan kusursuzdu, bunu son kez söylemeye karar verdi. Kararlarının arkasında duracak gücü bulmakla övünürdü hep. Kadının gözlerinin içine bakıyordu, içten konuşan, geveze gözlerine… Dergiyi yere bıraktı, sağ kolu öylece kaldı, ‘dergiler ışıkları taşıyabilselerdi’ dedi, gözlerdeki parıltıyı. Her şey, oda küçük cam parçalarına bölünmeye başladı, tüm görüntüleri kırarak.Kadından vazgeçmiş olduğunu fark ederek şaşkınca, camları bir araya getirmeye çalıştı. Onları kanıyla yapıştırmayı denedi; bunu ancak zeminde yapabilirdi önce, tavanda deneyecekti ardından. İki boyut şimdilik yeterliydi. Cinayet davası düşmüştü sırf bu yüzden. ‘’ İki görüntü birbirine yabancıdır’’. Gerekçeye sadece bu notu düşmüştü yargıç. Biri diğerinden sorumlu tutulamazdı. Kim pisliğini başkası temizlesin istemez ki…
Öyle değil mi?..
Cinayetten On Gün Sonra
Elde var baş ağrısı, akşamdan, viski şişesini yarılamış… Gözbebekleri suyu tutan bir baraj gibi göbek vermişti. Gri duvar boyunca dizilmiş muhabir masalarını geçiyordu. Şaryoların, satırların bitişini ilan eden takırtısı, silindirin yutan dişlilerine paraleldi bedeni, özenle koruyordu aradaki mesafeyi.
‘Şikemperver muhabirler’ diye seslendi içinden, küçümseyerek. Göz ucuyla bakmaya devam etti, odasının kapısına varıncaya dek; buzlu cama yazılmış bir kabartma levha, yazı işleri müdürü falan filan… Kapıyı bu tezgahın üstüne kapayıp kapamamakta ısrarcı olmayan bir çelişki içinde odasına adımını atmıştı ki, adını orta perdeden çağıran bir ses duydu, yürümeye devam etti masasına doğru yavaşça. Kapıyı kapatamazdı, çömezle yüz yüze gelemezdi. Masasına soldan dolandığında, yere bakmayı sürdürüyordu, çok geçmeden oturdu koltuğuna, senkronize, bir el uzandı masaya, tek bir sayfa bıraktı. Genç adam iştahla cinayetteki son gelişmeleri anlatmaya çabalıyordu, alnından bir damla ter, henüz dokunmadığı kağıdın üzerine düştü, kağıt tarafından emildi çarçabuk. Sağındaki büyük pencerede ışık patladı, kirli griye dönüştü, gitti hemencecik… Çınlamalara dönüştü muhabirin sözleri. Genç adam, mutlulukla gülümseyerek çıktı odadan. Anlam verememişti, mimik yaptı, dudağını öne sarkıtıp kaşını kaldırarak. Tek bir söz söylememişti ki…
Masasından kalktı, camın önünde durdu, jaluzileri yukarı kaldırdı iyice. Sağa doğru hafif bir meyille iniyordu yol. Arabası kaldırımda öylece duruyordu; ışıkla yıkanmışçasına ışıl ışıldı, serin olabilirdi günün bu vakitleri. Araba bir ok gibi kalktı, yola çıktı zihninde, vazgeçti sonra, park etti yeniden. Yolun sonunda ne olacaktı da yüreği kıpırdayacaktı, obez yüreği.
…Bu yaşama hapsedilmiş olduğunu anladı. Ne kadar zamandır yol aldığını unutup gitmişti, ağlayacak göz bırakmamıştı yaşananlar. Hüznü hatırlamaya çalıştı, gerçekten zorlanıyordu; içini ısıtmaya başladığında, bir baş dönmesiyle sarsıldı yerinde, zar yırtılmış, hiç kabuk bağlamamıştı aslında.
Keder, bir sarhoşluk gibi aniden vurdu…
Cemil Atik
Devam edecek…