30 Ekim 2016 Pazar

4 Ekim 2016 Salı

Ölümsüz Eşek Arısı



Uyutmadı bir şeyler işte, bir nöbet gibi… Sabahı karşıladım balkonda, bir davet gibi… Keskin, tertemiz havaya karışmış, nereden geldiği belli olmayan benzin kokusu…  Sabahın tevazu olduğunu anladım, saf, sessiz, temizleyen bir tevazu.

Sonra tevazu anlattı bana kendini, kelime, kelime, serin serin sabahın kalbinde. Tevazu, ruh misafirhanesinin selamlığıymış, yürekli konukseverlikmiş, yürekli konuğa; muhabbetin edepli kalbi, tatlı bir dalgalanma, bir dansın uzatılan fildişi eli… Rintçe, pek rintçe… Boyun bükmeye eşlikçi tatlı gülümseme, küçük, bereketli sofra; baştan sona dost. Bana ağlamıştı, günün en çıplak, en feyizsiz, orta saatlerinde oysa.

‘Her şey söylendi’ dediler, ‘söylenmedik bir şey kalmadı’ dediler, üstü kalsın, pekiştirerek. Ölüler… Tevazu gerek bize; konuk sevmeze, ancak bir şaşkın konuk olmaz mı, bir yolunu kaybetmiş, bir zavallı.

Mahzun olmaktan korkma, öyle bir merdivendir ki; boyun bükerek aşağı indikçe, yıldızların kokusunu duyacaksın. Bir yalnız, öyle bir yalnız ki, göğsü çürümüş kimsesizlikten, ancak o açar, fakirhanesinin tüm kapı, tüm pencerelerini, yolun, havanın, kurdun, kuşun sesine. Rüzgârın sesine, sabahın soluyan nefesine…

Seni gidi, kibirli meşe… Bak, yazdırdı adını, mazından mürekkep, ölümsüz eşek arısı.


18 Eylül 2016 Pazar

Uğurlar Olsun ...

 
Hayatını biçimlendirdi; Mustafa Kemal, Nazım Hikmet ve Atilla İlhan.
 
'' Kahramanlar için söylenenler, onların kanatlarını dahi aşamadı ''
                                                                                 
                                                                                         Selma Akın

11 Eylül 2016 Pazar

Corto Sen Kimsin?





Başkalarının kâbusundan kendi düşlerimize uyanmak daha bir güç… Bir düğmeyi açar gibi şak diye giriveriyorsun âdemlerin zehirli fantasmalarına. Katman katman bir heyula bu ortak bilinç ya da bilinçsizlik; öyle ya, bize göre bu çirkinliği nasıl deşifre edebilirdik ki. Zamanın bir yerinde bir doz almış olmalıyız, aynısından, yılan zehri gibi yani, bağışıklık cenahından. İktidar, cehalet, dizginsiz arzular, sahiplik, tiranlık, gösteriş; sırasız, karışık ve zamansız…

Bu yoğunluğun içinde, bir şeyin bizden duman olup gitmesine izin yok; bir gaz bulutundan müteşekkil bir gezegen gibi, hep hayret ederim böyle düzgün kürelere, acırım da… Enceladus’ u izlemek her zaman keyif vermiştir; kutuplarından devasa buz gayzerlerinin karanlığa fışkırması, kendinden kaçış gibi. Kendisini, buzdan imal ettiği bir aynadan izleyebilen, tanrılara karşı çıkan bir anti kahraman.

Ama hayatın gerçekleri öyle değildir işte; tam da yaşamaya alıştırıldığımız gibidir. Alıştırıldığımız gibi… Aklıma burada nötrinoların gelmesi rastlantı değil elbet. Çökmek üzere olan yıldızlarından ilk kaçanlar onlar.  Ademi hissedip, kozmik çorbaya karıştırılmaktansa, bir tür sürgüne gidip, ilke olarak asla tutunamayacakları her şeyin içinden geçiyorlar. Yakalayabilene ışıktan bir selam çakıp devam…

Evrenin gerçeği olduğumuz doğru; yıldız çocuklarıyız bir bakıma ama yetersiz olur bu açıklama. Nasıl, ne biçimde bir gerçeği? Benzetmelerin ötesinde bir gerçeklik bu ama konumuz bu değil. Benzetmelerle yürümek gerekirse, içinde yaşadığımız, kendimizi buradan gerçekleştirmeye çalıştığımız, var ettiğimiz, her nasıl diyorsanız, işte o hayat kendi içine çökmeden az önce şov yapan bir cüce yıldıza benziyor. Işıyor, en derin karanlıklara uzanacakmış gibi, nefes alıyor, homurdanıyor… Ölüyor nihayet, ölüyor… Ölüyor, çiçek açmak için ölüyor. Kozmik cesedinin güzelliğine vurgunuz…

Dayanması güç böyle bir hayata, olsun… Eskilerin dediği gibi; dünya altüst oluyormuş, olsun, belki altı üstünden daha iyidir.

Acımakta, alçakça bir şeyler var bu günlerde… Acımak işbirliği kokmuyor mu?

 

 

5 Eylül 2016 Pazartesi

Şehriyar


 
                                                                                             Fotoğraf: C. Atik
 
Zamansız zamanın, mekânsız mekânın bir yerinde, sırtını sonsuz ormanlara vermiş,  derin mi derin, küçük bir kaynak gölün ve onun tam ortasından daralarak, düz bir şekilde akan bir nehrin, denize varmak için yolculuğuna başladığı bir yerde bir Bilge yaşarmış. Kuşbakışı kadim anahtarlara benziyormuş, göl, nehir. Kaynak gölün biçimlendirdiği bu temiz daire biçiminin gün batımı yönünde yerleşikmiş Bilge.
 
Bir gün batımı zamanında; Güneş, sonsuz ormanların arkasında, karanlıkla söyleşiye dalmışken, onları dinlemeye başlamış sessizlik içinde Bilge, bağdaş kurup oturduğu kaynak gölün sahilinde. Güneş ve Karanlığın sözcükleri olan ışık ve gölgelerin, kaynak gölün sahilini baştan sona saran gülleri pastel yangınına veren gösterisini izlemeye vermiş kendini.
 
Bir yandan da, dört genç öğrencisine verdiği ödevi düşünüyormuş. Bağdaş kurup oturduğu minderinin üzerinde böyle beklemesinin bir nedeni de, dört genç öğrencisinin, ödevlerini kendisine sunmak üzere gelmelerini beklemesiymiş. Bu ödev, değerli dört genç öğrenciye, bizce sır bir kavramın özüne yolculuk etmeleri için verilen ve yazıya dökmeleri istenen bir düşünce ödeviymiş. Bu gözde gençler, tefekkürleri sonucu, belirli bir süre sonra çok değerli bilgilere ulaşmışlar bu yolda.
 
Üstatlarının huzuruna çıkmak için bir araya gelen gençler, bir süre sonra, tezleri yönünde küçük açıklamalar yapmaya başlamışlar birbirlerine. Bir yandan kaynak göle doğru yürüyor, bir yandan da, öne sürdükleri kendi özgün düşüncelerinin daha üstün olduğu yönünde, edeple, gülüşerek, tartışıyorlarmış. Bu dört genç, tatlı rekabetlerinin ve birbirlerine duydukları muhabbetin hoşluğu içinde, Bilge’nin huzuruna, kendilerini duyabileceği mesafeye geldiklerini kavradıklarında, yüzlerinde aydınlık gülümseyişlerle susmak dışında bir şey yapamayacaklarını anlamışlar.
 
Bilge’nin dingin, davet eden bakışlarıyla rahatlamış, sırayla metinlerin bulunduğu eserleri uzatmışlar ona. Bilge’nin sessizliğini, kıskançlıktan uzak, kendi aralarındaki tartışmalarıyla doldurmuşlar yine. Bilge, eserleri büyük bir dikkatle incelemiş, her birinin özgünlüğünü ve öze ermedeki çabayı görmüş. Gülümsüyormuş Bilge, içten, hem eserleri incelemeye devam ederken, hem de kulak verirken sempatiyle öğrencilerinin söyleşisine. Bilge çoktan karar vermiş, hangi öğrencisinin en çok yaklaştığına öze. Ancak bunu kendiliklerinden fark etmelerinin, eğitimlerinin bir parçası olduğunu da bilmelerini, kavramalarını dilermiş.
 
Bilge, eserlerden kafasını kaldırmasıyla, edepli şakalaşmalar bitmiş, gülen, sessiz yüzler kalmış geriye. Hiçbir soru sormadan, konuşmalarına izin vermeden demiş ki; her biriniz hoşlandığınız bir kuş türü seçin ve biçimini, yapılış tarzını, süslemesini sevdiğiniz bir kuş kafesinin içine koyun seçtiğiniz kuş türünü… Her biriniz bir gösteri arabası tasarlayın, kendi estetik zevkinize, yaratıcılığınıza uygun olsun… İçinde kuşlarınızın bulunduğu her bir kafesi, tasarladığınız bu gösteri arabalarının en üstüne sabit bir biçimde yerleştirin… Bilge eklemiş; arabalarınızın sağ ve solunda bana gösterilerini sergileyecek dörder kişilik bir gösteri grubu olsun… Bana hazır olunca dönün, en iyi tasarım ve gösteri, kimin daha başarılı olduğunu gösterecek… Hadi, gidin şimdi, kasabada dilediğiniz her şeyi bulacaksınız...
 
Öğrencilerinden biri, biraz öne çıkarak gülümsemiş; ‘ sizi anladım ‘ demiş. Bilge aynı ciddiyetle, eliyle yolculuğu sunmuş.
 
Öğrenciler, sevdikleri kuş türünü seçmiş, tasarımından hoşlandıkları kafeslere koymuş, ellerinde kuş kafesleriyle, kaynak gölün küçük, düzgün bir ırmağa dönüştüğü, üzerinde taştan bir köprünün bulunduğu yöne doğru, kasabaya gitmek üzere, yine aynı edeple şakalaşarak, gülümseyerek yönelmişler.