Başkalarının
kâbusundan kendi düşlerimize uyanmak daha bir güç… Bir düğmeyi açar gibi şak
diye giriveriyorsun âdemlerin zehirli fantasmalarına. Katman katman bir heyula
bu ortak bilinç ya da bilinçsizlik; öyle ya, bize göre bu çirkinliği nasıl
deşifre edebilirdik ki. Zamanın bir yerinde bir doz almış olmalıyız,
aynısından, yılan zehri gibi yani, bağışıklık cenahından. İktidar, cehalet,
dizginsiz arzular, sahiplik, tiranlık, gösteriş; sırasız, karışık ve zamansız…
Bu
yoğunluğun içinde, bir şeyin bizden duman olup gitmesine izin yok; bir gaz
bulutundan müteşekkil bir gezegen gibi, hep hayret ederim böyle düzgün
kürelere, acırım da… Enceladus’ u izlemek her zaman keyif vermiştir;
kutuplarından devasa buz gayzerlerinin karanlığa fışkırması, kendinden kaçış gibi.
Kendisini, buzdan imal ettiği bir aynadan izleyebilen, tanrılara karşı çıkan
bir anti kahraman.
Ama
hayatın gerçekleri öyle değildir işte; tam da yaşamaya alıştırıldığımız
gibidir. Alıştırıldığımız gibi… Aklıma burada nötrinoların gelmesi rastlantı değil
elbet. Çökmek üzere olan yıldızlarından ilk kaçanlar onlar. Ademi hissedip, kozmik çorbaya
karıştırılmaktansa, bir tür sürgüne gidip, ilke olarak asla tutunamayacakları
her şeyin içinden geçiyorlar. Yakalayabilene ışıktan bir selam çakıp devam…
Evrenin
gerçeği olduğumuz doğru; yıldız çocuklarıyız bir bakıma ama yetersiz olur bu
açıklama. Nasıl, ne biçimde bir gerçeği? Benzetmelerin ötesinde bir gerçeklik
bu ama konumuz bu değil. Benzetmelerle yürümek gerekirse, içinde yaşadığımız,
kendimizi buradan gerçekleştirmeye çalıştığımız, var ettiğimiz, her nasıl
diyorsanız, işte o hayat kendi içine çökmeden az önce şov yapan bir cüce
yıldıza benziyor. Işıyor, en derin karanlıklara uzanacakmış gibi, nefes alıyor,
homurdanıyor… Ölüyor nihayet, ölüyor… Ölüyor, çiçek açmak için ölüyor. Kozmik
cesedinin güzelliğine vurgunuz…
Dayanması
güç böyle bir hayata, olsun… Eskilerin dediği gibi; dünya altüst oluyormuş,
olsun, belki altı üstünden daha iyidir.
Acımakta,
alçakça bir şeyler var bu günlerde… Acımak işbirliği kokmuyor mu?