Uyutmadı bir şeyler işte, bir
nöbet gibi… Sabahı karşıladım balkonda, bir davet gibi… Keskin, tertemiz havaya
karışmış, nereden geldiği belli olmayan benzin kokusu… Sabahın tevazu olduğunu anladım, saf, sessiz,
temizleyen bir tevazu.
Sonra tevazu anlattı bana
kendini, kelime, kelime, serin serin sabahın kalbinde. Tevazu, ruh
misafirhanesinin selamlığıymış, yürekli konukseverlikmiş, yürekli konuğa; muhabbetin
edepli kalbi, tatlı bir dalgalanma, bir dansın uzatılan fildişi eli… Rintçe, pek
rintçe… Boyun bükmeye eşlikçi tatlı gülümseme, küçük, bereketli sofra; baştan
sona dost. Bana ağlamıştı, günün en çıplak, en feyizsiz, orta saatlerinde oysa.
‘Her şey söylendi’ dediler,
‘söylenmedik bir şey kalmadı’ dediler, üstü kalsın, pekiştirerek. Ölüler… Tevazu
gerek bize; konuk sevmeze, ancak bir şaşkın konuk olmaz mı, bir yolunu
kaybetmiş, bir zavallı.
Mahzun olmaktan korkma, öyle
bir merdivendir ki; boyun bükerek aşağı indikçe, yıldızların kokusunu
duyacaksın. Bir yalnız, öyle bir yalnız ki, göğsü çürümüş kimsesizlikten, ancak
o açar, fakirhanesinin tüm kapı, tüm pencerelerini, yolun, havanın, kurdun,
kuşun sesine. Rüzgârın sesine, sabahın soluyan nefesine…
Seni gidi, kibirli meşe… Bak,
yazdırdı adını, mazından mürekkep, ölümsüz eşek arısı.