4 Ekim 2016 Salı

Ölümsüz Eşek Arısı



Uyutmadı bir şeyler işte, bir nöbet gibi… Sabahı karşıladım balkonda, bir davet gibi… Keskin, tertemiz havaya karışmış, nereden geldiği belli olmayan benzin kokusu…  Sabahın tevazu olduğunu anladım, saf, sessiz, temizleyen bir tevazu.

Sonra tevazu anlattı bana kendini, kelime, kelime, serin serin sabahın kalbinde. Tevazu, ruh misafirhanesinin selamlığıymış, yürekli konukseverlikmiş, yürekli konuğa; muhabbetin edepli kalbi, tatlı bir dalgalanma, bir dansın uzatılan fildişi eli… Rintçe, pek rintçe… Boyun bükmeye eşlikçi tatlı gülümseme, küçük, bereketli sofra; baştan sona dost. Bana ağlamıştı, günün en çıplak, en feyizsiz, orta saatlerinde oysa.

‘Her şey söylendi’ dediler, ‘söylenmedik bir şey kalmadı’ dediler, üstü kalsın, pekiştirerek. Ölüler… Tevazu gerek bize; konuk sevmeze, ancak bir şaşkın konuk olmaz mı, bir yolunu kaybetmiş, bir zavallı.

Mahzun olmaktan korkma, öyle bir merdivendir ki; boyun bükerek aşağı indikçe, yıldızların kokusunu duyacaksın. Bir yalnız, öyle bir yalnız ki, göğsü çürümüş kimsesizlikten, ancak o açar, fakirhanesinin tüm kapı, tüm pencerelerini, yolun, havanın, kurdun, kuşun sesine. Rüzgârın sesine, sabahın soluyan nefesine…

Seni gidi, kibirli meşe… Bak, yazdırdı adını, mazından mürekkep, ölümsüz eşek arısı.