12 Temmuz 2009 Pazar

Aidiyet


Suziki Harunobu


Birisine, bir şeye veya bir an’a ait olmak, ana fikrim bu.
Ama yazmaya kalkışınca, nedense, yabancı bir kavram gibi üzeri kabuk tutuyor. Hâlbuki zihin, duygu beraberliği çatlamadan önce böyle hissetmiyordum. Yazma arzusu, çatlamaya neden olan, kaba, hantal bir kalem olabilir mi? Bu, kutsal, kendine dönük ikili karşısında…

Yazı, anıya dönüşümün bir adım sonrası…

Yaşam diriliğini aktarabilecek sözü arıyorum.

Haksızlık yapmaya gerek yok. Anılar yazıda nasıl zenginleşir, biz, nasıl oyalanırdık sonra.

Kelimeler aranıp bulunuyorsa, en uygun olanı seçiliyorsa, şiir yardıma çağrılıyorsa, yine de yetmiyorsa… Üstelik tek tanık, ben iken… Ne dersin kanki, sorum sana…
Alt dudağını sarkıtma, hep komik olduğunu düşündüm.
Belki de, bu yüzden edebiyat, kendini güzelleştirmeye çalışan, endamlı, arzulu, olgun, ayna önü kadını gibi, ketumluğuna sarmalanmış, aranıp bulunmak istiyor.

Şarkılı, sözlü bir fasıl gecesinde atılmalı ilk adım. Alaturka kendi coğrafyasından, kendi gibi dupduru, süzülmeli ruhlara. Kan başka akmalı, makamlar, ruhlara işaretlerini bırakarak, başları döndürmeli; görünmez ayin masalarıdır bunlar, sofralarıdır zamanın.
Gelmesine inanılan kıyamet saatine beş kala olmalı bütün bunlar. Veya arifesinde o günün, erken ya da geç değil. Ertesi gün, toprak altüst olduğunda çoktan başlanmış olmalı.
Buna, treni kaçırmak üzereyken, son vagona atlama diyorum. Hiç unutmadan, hala aynı hal üzereyken…
İlk böyle bir güç duvarı ile kurgulanıyor hal. Düşünceyi başka türlü atlatmanın yolunu bilmiyorum. O geceden sabaha, en rafine halinle seçilmiş tavır…

Düşünce ve sözcüklerinle, olanaklarının önüne serildiği zamanlarından, hani o zamanlarda, enlerden kurulu dünyanda, hep en iyi en olmaya çabalardın ya… Saatler enlere bölünmüştü, dakikalar en… Saniye farkı damarlarında, basınç bir iner, bir çıkardı bu da en. Yaşamın boyunca birkaç gerçek başarının dışında, hani için bilir, bunu başkası bilmezdi, sürekliliği olmayan renkli zamanlar yaşamıştın hani…
Bu en iyi en olduğun tesadüfî ya da bir tarafından ter çıkarcasına çabaladığın zamanlara denk düşen renkli anların…
Yaşam ve onun tartışmasız gerçeğidir enler. Buna yine dönüş, ölüm kadar gerçek değil mi sence… Ama biz zamanı durdurduk kanki, ensiz saatlerimiz oldu.

Düşünce sürekliliği, hep kesintiye uğramaya müsait bir doğrudur. Hep en iyi enler keser yolunu, yaşam çoğalır. Gözler hep unutulur hatırlarsın sadece

Gözler, üzerinden perdelerini kaldırmış, rengi kaybolmuş gözler, nereye kadar ilerleyeceğini kestiremezsin. Böyle en-siz zamanlarda, burada en iyi enin, eski bir kule gibi, tek başına, yıkılmaya yüz tutmuş bir tepede, en iyi rüzgârların önünde, en iyi duruşuyla duruyorsa… Üzerindeki tepenin altında, karanlık ormanın diplerinden, buz tutmuş bir kurt uluyor, gözleri fes rengi, lütfen unutma. Rengini ben görebiliyorum.
Bir ayağım çölde, kulenin altına kum sermek için. Bir ayağım serin çimenlerde, rüzgâr ayağımı üşütüyor, diriltici, uyarıcı ve neşeli. Yeşilden yanayım.
Biz seninle bedenden beden yaratırken onda kendimizi seyrederken olup bitiyordu her şey.

Şimdi ait olabilirim. Ama olmuyor. Her şeyi düşünüp, taşındım, ait olabileceğim en iyi muhatabı da buldum. Bu süreç ile ilgili planlarım, zamanlamam da doğru ama olmuyor olmuyor, olmuyor… Düşünerek olmuyor.

Şöyle oluyor;
Ait oluyorsun, sonra idrak ediyorsun. Yani biliyorsun ne kadar ait olduğunu; bu tuhaf hikâyenin şifrelerini çözerken, hiç aklına gelmeyen bir zaman dilimini geride bırakmış oluyorsun. Onu tarif edeceğin gün, yeni bir başlangıçmışçasına, geçenin ne olduğunu anlamaya çalışırken, çoktan şaşıracağın bir zaman dilimi olarak hayat karşında duruyor.

Artık aitsindir. Ne sunup, ne sunmadığınla şekillenmiş bir aidiyet. Sana düşen, bu aidiyete bir melodi hediye etmektir. Ya da yoksa eğer, boş ver gitsin.

Hep içimin en güzel yanı, sakladığım gül kuyularım oldu. Üzerleri ince tadında bir melankoli ile örtülü…
Hani çöllerde, ağaçların, çalıların ihtiyacı olan suyu, gün ağarırken sisle birlikte üzerlerinden şefkatli bir el gibi okşayıp geçen sabah, hepsinin yapraklarına, onlara gün boyu yetecek kadarını, dudaklarının ucuyla masal gibi bırakır ya, benim sabahlarımda böyledir. Melankoli, sabah esintisi olurda, içinde kaç çeşit koku saklar bilmiyorum, gül kuyularım rengârenk titreşirler. Örtüyü kaldırmaya kalksam, tüm çiçeklerim yanacaktır.

İşte aidiyetimde bu kuyularımın da hakları vardır. Ben, onlarla beraber benim. Beni severken, aslında onların her birini ayrı ayrı sevmiştin. Ne kadar Kalabalık bir âşıklar grubuyuz. Birde senin anlatmadıkların var. Hemhal olmak, yanmak, olmak… Kanki, aşk zor zanaat.

Selma Akın