Boyayı boya olarak hiç düşünmedim. O en az benim kadar bendi.
Bencilliğimden olacak araçlarıma hep böyle baktım. Küçük istekleri düşlerime direndikçe, ihanetlerine tanık oldukça, onlara kızmak yerine, anlamasam da ilk kez şimdi olduğu gibi onlarla konuşmaya başladım.
Renklerin boyanın huyu olduğunu düşünüyorum. Belki de onları ben gibi bilmemin nedeni budur, kim bilir…
Huyları kim görmüş ki. O yüzdendir, huylarımız birbirine hep karıştı.
Ah Ebruli… Arasından çekip çekip hoyratça harcadığım, aldıkça şımardığım, en son bulduğumla ilkini nasılda eksik bıraktığımı, gereksiz yere heyecanlandığımı, iç sızısı ile biraz mahcup fark ettiğim, ”renk” huylar. Kırmızılar, turkuazlar, beyazlar. Tek ve kırılgan. Bir o kadar derin, bir o kadar gezgin, renkler. Valizleri yorgun yolların öyküleri ile dolu, açlık molaları için küçük büyük lezzetli yiyecekler saklı gezginler. Öylesine çoksunuz ki, sizleri kendimi tanıdıkça bulacağımı biliyorum.
Gün, bir yarısı ile hep siz olsa, karanlığı delip geçecek kırmızının, bin bir tonu ışık gibi yıkasaydı diyorum, düşlerimde ışık renk oluyor, renk siyahı yeniyor, kızıla boyanıyor düşüm. Düşüm, kentin gökyüzünü çatıların üzerinden kızıla boyuyor, kent değişiyor, gökyüzü değişiyor, ben değişiyorum. Kent artık o kent değil, benim kentim oluyor. Kentin üzerinden bir şey söylüyorum. Kâğıttan askerlerim zafer meydanlarının tanıksız orduları, savaşlar kaybedip savaşlar kazanıyorlar.
İllaki renk… Bedenler bütünü yitirip küçük yüz ölçümleri ile dünyalar kurarken tek melodi… İLLA Kİ RENK…
Görünen dünyanın gerçek araçları, erimeye yüz tutarken, yakalayıp onları hikâyelerimin yeni kahramanlarını yaratıyorum. Kötü ile kavgaları yerine, kozasından çıkan kelebek kanatları ile kitrenin üzerine öylece dokunuyorlar. Kitre sarsılıyor renk yırtılıyor. Ah ebruli… Bildiğim her nesne kadar gerçek, her nesne gibi şekle saplantılı olmayan soyutlarım. Biçimlerden ayrıldıkça kesintisiz bir şarkının melodisinde yüzüyorum. Onları, nesneyi nesnede unutacak kadar muzurca hep kışkırttım. Sinirli bir kırmızıda hareketi akıtarak sakladım, yırtarak telayı ,zayıf desteksiz kırılgan zemin ile yıkılmaz kaleler kuşattım, kelimeleri yok zeminlerde var ettim yok olacaklarını söylesinler diye. Her bir harf yok oluşu yazamayacak kadar korkak, korktuğu kadar da bir arada küstah ve şımarıktılar. Şimdi düşündüm de onlara isim vermeliyim, tıpkı eskiden oyuncaklarıma verdiğim isimler gibi. Onları görünür kılacak, hafızamda gerçeği gibi çağırabileceğim adları olmalı ama korkuyorum ya gerçek olurlarsa diye.
Yine de çizgiye, renge, karanlığa ve ışığa devam…
İLLA Kİ RENK…
Selma Akın
21 Kasım 2007 Çarşamba
NOT: Sonbahar’ın son demleri. Büyük doğumun tören hazırlıkları. Serin havalara bohçalanmış. özenle sandık diplerinden çıkarılan kış. Bekleniyor…
Kapı önünde evin büyük kadınları. Doğacak biliyorum! Hep doğuyor… Seni seviyorum iliklerime kadar göz pınarlarım yanarcasına… Seni seviyorum. Ona İlk kez Tanrılığı verdim. Çünkü hiç Tanrım olmadı … Kendi başıma çöl’de bir deniz kabuklusu gibi, içimde doğmasını umduğum iyi yada kötü yaşam gibi bir şeylerle, öylece, bir başıma…
Sessizlik... Kulaklarım çınlıyor Doğum arifesinde yalnız olduğumu düşünenler bir gece kendi yalnızlıklarını bende gördüler. Yürekleri daralınca, beni bilmekten kendi korkularına hırçınlaştılar. Yalnızlıklarımı benden çalıp kirleterek birazcık, ders vermek için yüzüme çarptılar. Kıpkırmızı kadife çıkınlarında etimi acıtacak tüm işkence aletleri hazırdı. Gül sularıyla yıkanmış, benzersiz aletler. Gizemli karanlık tapınaklarda sunaklara yatırıp, ruhumdan parçalar koparmak için tan zamanına kadar dans ettiler. Öyle heyecanlı ve kendinden geçmişlerdi ki biri diğerini göremiyordu. Evrenin karanlığında diğerinin ne dinlediğini duyamadan kendi müziklerini dinlediler. Vahşi kurban töreninin Azrailleriydiler. Her birinin tanrıları birbirinden habersiz sonsuzluk sunuyordu geceye. Onlar kapkara tüllerini savururken göremiyorlardı. Etleri dökülmüş kafataslarında gözleri, kendileri gibi sonsuz kara deliklerdi. Kendilerince kutsanmış öyle bir hazdı ki her ısırışlarında kirleri temizleniyor kibirleri kutsanıyordu. Küçük kara kurtçuklar gibi kımıl kımıldılar. Ellerindeki bilinmez zamanların defini soluk yıldızlara sundular, yıkanmak ve arınmak için. İçleri geçerek sofra kurdular, her tabakta bir parçam… Çirkin eciş bücüş ağızlarını dipsiz aralık tamamladı boşlukta iştahla sindirildim. Dinginliğimi; tabaklarda parçalanırken, yorgunluğuma borçluyum. Kayıplardan sonra kaybettiklerini bilmeyi bilmek, dinginliği getirmez mi? Başka nasıl öğrenilirdi ki? Soğuk kış günü kapalı gri bir havada açık denizin önündeydim. Üstelik ayağımın altında sarp kayalıklar varken,birde üzerine deniz, kudurmuş bir boğa gibi kayalıklara çarparken,martılar rüzgarda savrulup,yüzüm tuzlu su damlacıkları ile ıslanırken, rüzgar yüzümü yakıyorken….. Gitmeli buralardan Şimdi gitmeli Saygıyla sermeli geçmişin halısını Ait olduğu yere İpek tüylerine narin kelebeklerin Adı bilinmeyen çiçeklerin Serpileceğini dileyerek… Hızla yer değiştiren tören alanı sessizliği davet ediyor. Terk edilmiş alan , geriye çöplerini bırakmıştı. Aralarından rüzgârın geçtiği…