‘Bizim
mezarımız ariflerin gönüllerindedir’.
O gönül bir
sandık içinde, o sandık sırlı bir yerde. Neredeyse bir viranede gönül… Minaresiz
bir mescit yanında ki, dilsizliği sırrındandır, ilk ve son çağrısı olacak
kıyamette kendi ezanı. Kavuşması içinde saklı vedasıdır, son demidir ömrün. Garip,
yıkık bir duvar dibinde öyle mamur, öyle temiz ışımada gözümün nuru aşk.
…
İçine at
buyruğu çınlıyor kulaklarımda. ‘İçine at!’. Yoksa dışarı hadi çocuk; rahimden
dışarı, köyden dışarı, kentten dışarı, ülkeden dışarı, kıtadan dışarı,
okyanusların ötesine, gözün görebildiği, göremediği uzaklara bakmak karın.
Haritalar, uydular, atmosferin dışına çıkmak… İçine atmadıkça bir hiç. Hiç ne
ki; aklın yolunun sonu, yoksa hep varlık, hep aşk. Dopdolu yüreğim mezarlarla,
güneşle, güneşten bin katre büyük yıldızlarla. İçim her şeyi alıyor da, bir hiçliği
almıyor içim, kusuyorum. ‘İçiyorum ’ de, aklımız çıkıp gitsin içimizden,
içindeki içinde. Hep varlık vesselam.
…
Keşif;
şeysiz, personasız, illa da insansız olmaz zaman… O zamanı insanla, insanı
zamanla anlatır ya, burada, şimdi, geçmişte, gelecekte. Yoksa yok zaman öyle
bilinsin.
Kırılsın bu
beşiğin sapma ağacı, biraz daha yatsın öyleyse döşeklerinde zamanın. ‘ insanın
anılmadığı bir süre geçmedi mi zamandan ‘. Anla artık insan, önce döşek açılır
misafire…
apriori