Açlığın anlatımı; ağızla ilgili, yağlanmış dudaklar, peş peşe itilen lokmalar… Kendi harflerinin sesinden bıkkın, var oluşun müziğine kulak kabartmış bir başka ağız daha vardır, bıyıklarını hafifçe üst dudaklarına indirmiş, küçük ses akıntılarını ‘’ iç kulağa ‘’ yönlendirmiş. Suretine sireti vuran Rumi böyle yapıyordu, suskunluğun yüzü, suretin Rumi’ce biçemi.
Narkisos bir utancı gizlemek için her zamankinden daha parlak, temiz bir ayna şimdi. Ötekinin voyerizmini işaret ettiğimiz bir hafifliğin simgesi. Nasıl dilerseniz; ya Narkisos olun ‘’ gerçekteki ‘’ ya da ‘’ sanal yansıması ‘’. ‘’ Öteki ‘’ kıldığınız ben’inizi seyre dalın, fark edemeyeceğiniz ‘’ zaman altı ‘’ farkıyla. …Yüzünü nasıl ‘’ yarattığına ’’ bir bakın, nasıl süzüyor, var oluşunun delilini, biricikliğini mimikleriyle oynayarak gösteriyor. Tahmin ediyorum, sırada jestler vardı, bedene inancını sınamıştı önce ama yansıtma başka şeydir. ‘’ Gerçekliği ‘’ üretebileceğini artık biliyor. Yüzünü görememek bir gerilim yaratır, bilmeyiz şimdilerde, en ulaşılmaz gerçeküstü yüksekliğinde oturur yaşamın. Kendi yüzünü temaşa edememek; kozmosun kuvvetlerinin ‘’ gerçekliğin ‘’ üretimi için var oluşa ilk mutlak teşviki çift olmaktır.
Deleuze; ‘’ Sanat yapıtında insanlık doğa düzlemine yabancılaşmayı sona erdirir ‘’. Suretin mutlak üretimi de insanın kendi doğası için aynı işi görür, tutarlılık ve ritmin dışında bir ‘’ arıza ‘’ nota olmasını, bedene gömülü kalmasını önler. Maleviç’in plastik izleği geç dönem fırça vuruşlarında suretin ifadesini-ifadesizliğini apriori bir gerginlikte tutar sanki. Politik kavramsallığı dışında bize başka bir okuma-üretme sunamaz mı; üst bir bilinçte ( politik ( dünyevi ) - metafizik ) tek surete – suretsizliğe dönüşme, bilindik, okunur ifadeyi ütopik bloğa taşıma. ( Politik ) bedenin alışkanlıklarının şekil verdiği yine bedenin kendisiyse, nihayetinde beden suretin kendisi olur. Böylelikle özelde ifade, genelde ise suret üretilebilir oluşuyla kültür çevriminin içinde çalışır.
İnsan dramına çekildiğimiz toplumsal alanda, iktidarın, uzlaşımların, sevginin, nefretin, sağlığın ve hastalığın Narkisosudur her bir yüz, kendi arzularımızı ( olası, tekrar ) ötekinde izlemek, görmek için. Oryantalistlerin fantezilerini süsleyen kadın sureti ipek peçenin akıl almaz hafifliğinde bile görünmez olduğunda arzular tınlaşım yapar. Peçe düşer aşk kendisini yüze vurur, çünkü o hep en erotik, en egzotik olandır. Narkisos yüzünü suya düşürseydi, gün, mehtaplı gece bekleyecektir sonsuzca, bir başka suret tarafından fethedilmek için.
ean Baudrillard; ‘’ Aklıma bir Borges öyküsü geliyor: Bu öyküde kendisine hizmet ettiği imparator tarafından aynanın öteki tarafına sürülerek, onun bir yansımasına dönüşen, yurdundan kovulmuş bir halk vardı. Bu devasa sanal sistem de bu türden bir şeydir. Onun dışında kalanlar kopyalama, atık ve iğrenç şeylere benzeyen varlıklardır. Oysa öyküdeki insanlar egemenliği altında yaşadıkları imparatora zamanla daha az benzemekte ve günün birinde tekrar aynanın beri tarafına geçmektedirler. Borges: Bu durumda onları egemenlik altına alabilmek mümkün değildir diyor ‘’.
Avalon türün takipçileri tarafından kült mertebesinde işlem gören bir bilim-kurgu filmi. Orada öykü tepetaklak edilir, şöyle ki; basitçe A ‘’ gerçekliği ‘’ bizden olabildiğince içine nüfuz etmemiz istenen birincil ‘’ sanal ‘’ gerçekliktir. B sanal gerçekliği, A ‘’ gerçekliğinin ‘’ kahramanlarınca oynanan ve sanki tüm var oluşu, toplumsal düzeni işleten bir savaş simülakrumudur. Ana karakter rahibin yardımıyla hayaleti vurarak sınır seviyesini geçer, moleküler düzlemde var oluşu parçalanır ve C ‘’ gerçekliğinde ‘’ yeniden bedenleşir. C ‘’ gerçekliği ‘’ bildiğimiz dünyadır, çok daha karmaşık, ışığa rağmen ‘’ bunaltıcıdır ‘’. Ona ‘’ burası senin tek gerçek dünyan ‘’ denir. Sayısal kopyalama öykülerinin anlattığı şudur; simülakrumların hegemonyası altında büyülenmiş insanlık için başka bir ütopyanın mümkün olduğunu bildirmek. Suretin geçirgen yapısı, dışın sertliğine rağmen birbiri ardına devrilen çoğaltmalarıyla şu ya da bu anlayışta bir coğrafya yaratmaya yetkin görmektedir kendini. Materyalist düşünce geleneğinde ‘’ öte dünya ‘’, verili dünyanın simülakrumu olacaktır. Tüm bağlantılar, oranlar, gövdeyi oluşturan materyaller buradan alınır ve yeni var oluş inşa edilmeye çalışılır. Bu dünya kendini yine kendisi için var kılacaktır, yeniden üretilebilir, sureti çıkartılabilir hazır bir nesnedir o. Bir tür ölümsüzlük fikridir bu, ölümsüzlük değil. Suret, öğrenilmiş dünya algısı bağlamında duyu organları yoluyla zaten bir simülakrum yaratmaktadır.
Dali’nin çekmeceli kadınları simülakrumun duyumlarını, verilerini almaya hazırdırlar; gürültülü seslerle, yatağındaki çeperlere çarparak çekilip, itilirler, dizkapaklarından, bacakların kas yüklü bölümlerinden. Surete itilip çekilen boş çekmeceler kolayca kavranabilir direkt bir anlam taşıyor görünseler de aldanmamak gerekir. Katlanarak bırakılan an’lık fotoğraflar, postaya verilen, sık kullanılanlara atılan duyumlar… İspanyol, suretin, bedenin simülakrum denizinde karşıdan yükleme yapan bir dalgıç kıyafeti olduğunu mu anlatmak ister. Tembel hayvanın postuna benzeyen sinirler omuzlardan aşağı bir dokuma gibi iner.
‘’ Tanrı, insanı kendi suretinde yarattı ‘’. Göz, kulak, sorunu değildir buradaki. Tanrı’nın eylemlerinin taklidi kabaca. Bu yapıp-etmeleri Batıni okuma sorunudur. Ötesi köklerin toprak altında birbirine dolandığı bir yeraltı ormanını anıştırır. Tanrı’nın bilinmek istemesi kararı verili gerçekliği bir simülakruma, kök basıncıysa ( O’ nun kararının itkisi ) sureti guttasyonunun motoruna dönüştürür. İfadeler, jestler bunların anlam bağıntıları, arzunun şiddetiyle dışarı atılır. Şimdi suret olarak görünür kılınmıştır. Ölüm masklarının en ünlüsü Nietzsche’ninki, öyle biliyorum. ‘ Yaşamın ölüm çizgisinde bir kriz anı ‘ olduğu doğruysa, ölüm imgesinin hapsedilmesi gereken an tam o andır, ( arzunun ) kaçışı ancak suretten bir suret alınarak önlenir. Ölme arzusunun – arzunun ölümünün nihai dışavurumu… İfadesi alınamayan ki, çürümeye yüz tutmuştur, arzu işlerliğini yitirir. Tasavvufi bakışta Aşkullah, sureti değiştirir ve dönüştürür, ‘’ arzunun son noktasıdır ‘’. Sabit, donmuş bir resim vermez. Rumi’nin ressama kendi suretiyle sabit bir model sunmasının imkânsızlığı, ‘’ arzunun ‘’ bu sürekli oluş haline vurgu yapar.
Francis Bacon erkek arkadaşının portresini yapmak için onu atölyesine davet eder, arkadaşı atölyeye ulaştığında suretin çıkartılmış olduğunu görür çoktan. ‘’ İzlenim daha samimidir, belki daha ‘’ gerçek ‘’. Yüzün yüzü değiştirdiğini bilir, yüz yüze bakılsa da, bakılmasa da. Kim bilir arzuyu transfer edemeyeceğini, gelecek yüzün beklentisini karşılayamayacağını düşünmüştür. Sağlam bir kavramsal zeminde işleyen performansı ile beklentinin ( bir arzu biçimi olarak ) sureti onu ele geçirir, iş ortaya çıkar.
Deleuze ve Guattari Kafka incelemelerinde ‘’ portre – fotoğraf ‘’ izleğinde kazıyı derinleştirirler; ‘’ … Tıpkı çatının ya da tavanın engellediği arzu gibi, kendi itaat edişinden başka bir şeyden haz duyamayan itaat etmiş arzu gibi, kendi görünüşünden başka bir şeyden haz duyamayan çerçevelenmiş, dokunulamaz, öpülemez, yasak fotoğraf ‘’.
Bacon’
eğik baş = ket vurulmuş arzu, itaat etmiş ya da itaat ettirici,
portre - fotoğraf etkisizleştirilmiş, en düşük düzeyde
bağlantılı, çocukluk anısı,
yerliyurtluluk ya da yeniden – yerliyurtlulaşma.
dik baş = doğrulan ya da kaçan ve yeni
bağlantılara açılan arzu,
müzikal ses çocukluk bloğu ya da hayvansal
blok, yersizyurtsuzlaşma.
Bağıntı
demiştik, Bacon dik baş – müzikal ses eşitliğinde açıklandığı gibi
portrelerinde arzuları yersizyurtsuzlaştırır, hafızanın hapsettiği – anlam
üretimi, hafıza ilişkisi dolayımında – arzu dalgalarını aktarır. Abidin
Dino’nun dediği gibi ‘’ ressamın işi bakmak, görmektir ‘’. Bacon bunu yapar,
arzu geçişlerini, şiddetlerini renklerin verili anlamlılığıyla surette başka
soyut bir simülakruma taşır.
Külliyatlı bir felsefi izleğin göstergelere dönüştüğü daha suskun bir yerden, ressam bloğundan izlenimler bunlar. Platon, İbn Sina, Spinoza, Kafka, Deleuze ve Guattari vb. okumalar – sondajlarla derinleştirilebilecek çok geniş bir alan suret ve beden kavramları.
Suret – portre baktığınız yere göre hem aynı şey, hem de çok farklı şeylerdir. Suret salt portre değildir Doğu’nun bakışında, ‘’ gerçekliğin ‘’ öykünmesidir, Tanrı’nın simülakrumunun taklidi.
Ayna
evresinde insanlığın suretini taşıyan tohum, ağlamalarla yerinden kopar,
katılarak atılan bir kahkahayla hız kazanır, düştüğü yerde büyür. Ana
rahmindeki ‘’ androjin
‘’ oto portrenin La Joconde
olarak karşımıza çıkmasına şaşırmamalı. Mona Lisa’nın Da Vinci’nin cinsel
tercihi noktasına taşınması tam bir indirgeme, ince görülmemiş bir vuruş.
Başyapıtın kendisiyle konuşmaktan uzaklaştıran dedikodular, söylentiler ‘’
sanatın ‘’ magazin tarafında para edecektir. İşimize bakalım; La Joconde , androjinliğini ‘’
yaslandığı ‘’, kendi suretinin tebessümle yüzüne vurduğu doğadan alır.
Leonardo, notlarında ressamın ruhunun ‘’ elleri yardımıyla, bir insan bedenini resme aktarma, kendi isteğiyle kendi bedenini kopya etme yeteneğine sahip olduğunu ‘’ belirtir. ‘’ Zira size benzeyen şeylere tutulma hakkınız, doğal olarak bütün insanlara vergidir ‘’. Uygun doğa koşulları, tozlaşma…
‘’…Aynı zamanda, senin sahip bulunduğun iyi yetenekler ve aşağı değerler, birbiriyle ilişkili kişilik parçalarında kendini açığa vuracaktır ‘’.
Bu da
Doğu’dan La joconde’un estetik inancına destek olsun; ‘’ mürşit o kimsedir ki,
her şeyde kendi vücudunu görmüş ola, kendinden başka âlemde hiçbir şey olmaya
‘’.
Suretten siretin ( kişilik ) okunabileceğini iddia eden tasavvufi değerler dizisi olduğu kadar, dikkati başka yöne çeken, bu konuda suskunluğu uygun gören bakışlar da vardır. Bununla yüz falı kastedilmiyor elbette.
Bir bakış; ‘’
Şeref-i zat iledir insanlık sa’yin kisbine matuf olsun
Suretin kıymeti yoktur asla
nazarın sirete matuf olsun ‘’.
Herhalde en etkili kozmetik, ‘’ arzuların ‘’ ve ritme uygun yaşama aşkının sureti değiştirebilmesi, güzelleştirmesi gibi görünüyor.
Cemil Atik