7 Haziran 2010 Pazartesi
Yeraltından Notlar
Karışık Teknik:Cemil atik
Dedi ki, bir alıntı işte size;
…bir milletin bütün karakteristik etkinlik ve ilgi alanlarını kapsar: at yarışları, tekne yarışları, Ağustos’un 12’si, bir kupa finali, köpek yarışları, kumar makinesi, hedef tahtası, Wensleydale peyniri, kaynamış lahana, sirke içindeki şeker pancarı, ondokuzuncu yüzyıl Gotik kiliseleri, Elgar’ın müziği…
( Eliot, 1948 )
Metnin içine bu coğrafyanın damıtılmış bazı adetlerini serpiştirerek ortak bir metin oluşturabiliriz dedi, gülümseyerek. At yarışlarının yanına Formüla 1, Ağustos’un 12’sinin yanına Hıdrellez, Facebook, kumar makinesi, kömür yardımları… Kimlik hırsızlığı böyle formüle edilebilir. Bu kez asıldı suratı, gökyüzündeki bir darağacına.
Gözden, kulaktan, dilden başlayan sindirimle, birden fazla mideye sahip olmak gerektiğini söyledi, bir rafineri gibi ayrıştırarak… Dilsiz şeytanları düşün dedi, düşük frekanslı seslenişlerini duyabilirsin. Damgacı memur şeytanlar… Zarf yalayan dillerini, ıslak memnuniyetlerini…
Şimdi söyleyin sahiden üstadım, yeraltı edebiyatı ne anlama gelir Anadolu’da, alt kültür ne yana düşer…
Koca bir çarşı-pazar bu dedi, ben bu pazarda tezgâh açmam… Emperyal çiftetelliye kim kalkar? Ah, çingene, tek alt kültürsün bu ülkede. Sizden bir sır; Yıldız Çocuk, gizli dil…
Lafı dolandırmadan söyleyeyim mi dedi, söyle dedim.
Aklımıza bir hapishane, bir diyet programı… Tükettikçe mutsuz olduğumuz, anlam kaymasıyla var oluş şifrelerimizin bizden uzaklaştığı bir yaşamın bedenini sürüklüyoruz. Sürmeyi gözümüzden çekip aldılar; ayna tuttular ta uzaktan, seçilemesin diye ben, sen… Bütünlüklü bir doğa kavrayışı yok artık, kristalize olmuş bakış var. Şurada bir öbek ağaç, şurada kedi, şurada martı… Ne işe yararlar, bağlantılar nedir, fikrimiz yok. Böyleyken, sen durmazken, dijital kararsızlığınla, sade bir küfür olmuşsun o kadar. Sistemin palikaryası… Ağamsın, paşamsınla yatışır o
‘’ mangal yüreğin ‘’. Sen, üstelik ana dilinde bile küfre hâkim değilsin dedi, öyle bir küfür yapıştırarak salonun duvarına, nereye baksan sana dönük. Uzunca sustuk bundan böyle, biraz boğaz ıslattık, bardak, tabak, çatal sesi dinledik. Gülerek;
‘’ yoğun bakımdayız ‘’ dedik. Sözü aldık ardından, eğip, büktük, uzattık, kısalttık, her cenaha yerleştirdik gözü. Kendi muhalefetimize getirdik…
Kâh batın, kâh zahir düştü yollara söz; Gobi’de deve sürdü, Timur’un karşısında Hoca oldu, Bolu Dağlarında Robin Hood, mil pardon Köroğlu… Başkasının donunda, elin ağzıyla konuşma, bizim sözümüzü deyiver hele dedi, yine vecde kapılıp. Bugün, bu adam, o adam değil dedi, bana bakıp onaylayarak. ‘’ Kanı kanla yunmazlar, suyla yunarlar ‘’ ama… Bu alt kültürün, bu Batı çocuğunun yuvasını yapmak gerekir, bu kışkırtmayı, bu bizim zamanımıza nankör tavrı. Bu toprağın bedeni olan her bir bireyi, halim selim hacamat etmek gerek; bu siyah kanı götürüp ait olduğu toprağa dökmek.
Sana demiyoruz ki, eskinin medrese memuru olasın. Yoksulluk başka, bilinç başka şey. Sen, varsıl olmak istiyorsun, sende yaşama sevinci yok. Sende, sen, ben sevgisi ne gezer. Ne ki, ağaç, kedi, böcek, gökyüzü sevebilesin. Sende nerede o besteci sağırlı ki, evrenin müziğini duyabilesin. Sende aşk, adanmışlık nerede… Sustuk biraz daha… İki kadın fitnesinden muzdaripsin diyerek başladı tekrar konuşmaya. İki sözün arasında hortlağa dönmüşsün, betin benzin solmuş, mürekkepten zehirlenmişsin. Gazetelere, televizyonlara inanıyor kendine inat, hayatını kaçırıyorsun. İki Pazar açılmış sana, ikisinin de müşterisi sensin, ellerinde oyuncak olmuşsun yazık değil mi sana dedi. Elin kavgasında fedaisin, kendi uğraşında süt dökmüş kedi. Goethe,
‘‘ beni izlemeyi bırak, adam ol da, git kendin ol ‘‘ demedi mi? Goethe’yi, Nietzsche’yi, daha nicelerini tutuşturan, onları söz cengâverlerine dönüştüren ateşin ocağı nereden? O kılıçtan keskin sözler nerede döküldü? Baktık birbirimize, yine gülümsedik. Horoz dövüşü görmedin, kan tutar seni, pek kibarsın dedi, karşı çıkamazsın kanıtın yok, bu toprakların delilleri…
Maden ocaklarında yankılanan ağıtlar alt kültür değil, sen küfretmek mi istiyorsun işçiye… Kentli şımarıklığın, doyumsuz oyuncakların… Gerçeği duyunca sıvışıyorsun, tatsızlık istemiyorsun. Bu ülkede dedi, bir kültür varsa altta, çok iyi işleyen kayıtsızlık kültürü olmalı bu… Nutuksuz Atatürkçülük, Kur’an’sız iman, mottosuz karşı çıkış, kök bilgisiz bahçıvanlık, şifre bilgisiz kültür kırıcılık, ben bilinçsiz bilinç…
İki rindin sohbetinde bulunmakla, ‘’ tüm şiddetlerden yana kanatlarımı kendime çektim. ‘’ Selam verip oturdum kapıya yakın, suretleri karşımda. Daha kapıya varmazdan evvel alev alev tutuşmuştu yüreğim, etimin kokusunu almıştım. Alevin çevresinde, hoş beşi çabucak geçiştiriverdim. İsimler saklı, sohbetin köpüğünü aldım, yaydım kâğıdın üstüne; hem bu demin röportajı olmaz. Onları buluşturduğum için bana teşekkür ediyorlar, yüzleri bana dönük demlenmiş bir neşe içindeler. Dinlemek için geldiğimi söyledim; bendeki soğukluğu bildiklerinden birkaç saniye sustular, başları aynı anda önlerine eğilerek. Kabalık etmediğimi bilirlerdi, olsa olsa biraz hamlık, çokça açlık var…